24 Ağustos 2013 Cumartesi

Kaplumbağa Terbiyecileri


"Modern Sanat" dendiğinde pek çok farklı imge canlanır akıllarda. Bir tarafta performans sanatçıları ve modern dansçılar hortlar, diğer tarafta, bir tabloda birbirine geçmiş çizgi ve renk cümbüşü içinde bir şekil bulmaya çalıştığımız zamanlar canlanır. Ancak, bu iki kelime ortaya atıldığında hiç kimsenin aklına Türkiye'nin geleceğini zannetmem. Kabul edelim ki modern sanat günümüz Türkiye'sinde yeni yeni anlam kazanan, köklenen bir oluşumdur. Beni yanlış anlamayın. Ülkemizde pek çok yetenekli sanatçı olmuştur. Hâlâ da vardır ve olmaya devam edecektir. Lakin, sanatçılarımız, diğer milletlerinkilerle karşılaştırıldığında iç burkucu bir azınlıktadır. Bu üzücü görüntünün sebebi sanatın, tüm dallarıyla toplumun içine işlemesinin gereğinden uzun bir zaman almış olmasıdır. Osmanlı Devleti'ne baktığımızda, hat sanatı gibi dallar son derece gelişmiştir. Buna karşın resim ve heykelcilik gibi dallar değil dallanıp budaklanmak, toplumun içine neredeyse sızamamıştır. Neden mi? Çünkü o zamanlar bir kişinin portresini ya da büstünü yapmak, yani suretini sanatta yakalamak günah kabul ediliyordu. Bu bir çeşit put yaratmak, söz konusu bireyi Allah'a eş koşmak gibi görülüyordu. Bu gerici ve saçma düşünce nedeniyle hiç kimse sanatın gizemli dünyasını tam olarak keşfetmeye cesaret edemiyordu. Belki de hiçbir zaman keşfedemeyeceklerdi... Tabi, biri kalabalığın arasından sıyrılıp, isyanını haykırmasaydı. Kim bilir, Osman Hamdi Bey olmasaydı, tek bildiğimiz sanat hat sanatı olacaktı!
 
Peki,  kimdi Osman Hamdi Bey? Ne yapmıştı da kırmayı başarmıştı bu anlayışı? Bu soruyu bana iki hafta kadar önce sorsaydınız size adam gibi cevap veremezdim. "Bir ressamdı, işte," der, geçerdim. Osman Hamdi Bey hakkındaki bilgisizliğimden kurtuluşumu bir rastlantı eseri bulduğum ve okuduğum bir kitaba, yani Emre Caner'in Kaplumbağa Terbiyecisi'ne borçluyum. Kitap, tahmin edebileceğiniz gibi, bu önemli zatın biyografik romanıydı. Romanın anlatımı kimi zaman biraz kurulaşıyor, tekerrürler paragrafların arasında parlıyordu. Buna rağmen o kadar sürükleyici idi ki kitabı bir günde bitirmem işten bile değildi. Elbette, bu sürükleyicilikte, Osman Bey'in savaşımlarla dolu, çalkantılı bir hayat sürdürmüş olması çok etkiliydi. Zaten hangi aydın vardı ki deli dolu bir hayat yaşamamış olsun?
 
Evet, doğru duydunuz. 1842'de, yani neredeyse iki yüz yıl önce hayata gelen Osman Bey tam anlamıyla bir aydındı. Hem de Osmanlı'nın en çağdaş aydınlarından biri. Yalnızca bir ressam değildi o. Aynı zamanda önemli bir devlet adamıydı. Osmanlı'nın ilk arkeoloğuydu. Değerli bir müzeciydi. Eğitimciydi. Hülasa, üstlenmediği görev, uğruna canla başla çalışmadığı bir emel ve geleceğe dair kapılmadığı bir hülya olmayan bir adamdı.
 
Osman Hamdi yurt dışında eğitim görmüştü. Paris'e hukuk okumaya gönderilmişti. Tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul'a dönüp, devlet hizmetine girecekti. Paşa Babası böyle istemişti. Paris'e ilk geldiğinde hukuk eğitimine başlamasına başlamıştı Osman Hamdi. Ancak kısa süre içinde iki şeyin farkına varmıştı. İlki, hukuk okumanın, onun için kafasına tokmakla defalarca vurmak gibi bir şey olduğuydu. İkincisiyse, asıl yatkınlığının, tutkusunun sanat olduğuydu. Bu keşfin üzerine Osman Hamdi o dönem için akıl almaz bir şey yaptı: Babası Edhem Bey'in isteklerine karşı gelerek hukuk eğitimini boşladı ve Ecole de Beaux Artes'de (Güzel Sanatlar Akademisi) ders almaya başladı. Ve bunu babasına söylemedi. Taa ki aradan aylar, hatta yıllar geçene kadar!
 
Edhem Bey, oğlunun yaptıklarını öğrendiğinde bir parça hayal kırıklığına uğramıştı. İhtimal, öfkelenmişti. Ancak, çaresiz, durumu kabullendi. Tabi, olanları kabullenmesi, oğlunun geleceğiyle ilgili tasarılarını değiştirmemişti. Osman Bey, her şeye rağmen İstanbul'a dönecek ve devlet hizmetine girecekti. Nitekim, öyle de oldu. Yurt dışında on ikinci yılının sonunda Osman Bey, babasının zoruyla eşyalarını topladı ve Paris'te bir aşk evliliği yaptığı karısı Maria'yla (yine o dönemde pek görülmemiş bir şey) yıllardır görmediği baba evine yollandı. Gelişinin üstünden daha bir kaç hafta geçmemişti ki yeni bir haber aldı; Babası ona bir iş ayarlamıştı. Bağdat'a vali olarak atanmıştı.
 
Bu iki gelişmeyi Osman Hamdi Bey tam bir facia olarak değerlendirdi. Onun tek istediği resim yapmak, eserlerini sergilemek, fırçasıyla nam salmaktı. Paris'te bunu yapabilirdi. Paris bunun için en ideal yerdi. Bazı eserleri küçük bir sergide yer almıştı bile. Ama Osmanlı'da aynı şeyi başarmak? Hah! Orada bırakın bir müzeyi, serginin "s"si bile yoktu!  Bağdat'ta da durum pek farklı değildi. Ama olsaydı bile ne fark ederdi? Osman Hamdi, Paris'te bayan öğrencilerle yan yana çalışmaya, insan modeller, hatta nü (çıplak) figürler çizmeye alışmıştı. O, insan bedeninin ve suretinin güzelliğini tuvale aktarmakta yanlış bir şey görmüyordu. Bunda ne gibi bir günah olabilirdi ki? Ama gel de bunu Osmanlı'da anlat!
 
Ne demek oluyordu bu? Osman Hamdı Bey'in sanat hayatının sona erdiğinin mi? Tabi ki de hayır! Aksine, daha yeni başlıyordu. İstanbul'da da olsa, Bağdat'a da gitse resim yapmaya devam edecekti. Eserlerinin sergilenmesi daha uzun bir vakit alacaktı yalnızca. Hepsi bu. Bu zihniyetle yola çıktı Bağdat'a doğru. Ona kara baht gibi görünmüş olabilir o zamanki durumu. Bana sorarsanız, bu yolculuğun Osman Hamdi Bey'in başına gelen en iyi şey olduğunu iddia edebilirim. Zira, Osman Bey, Bağdat'a düşmeseydi onun için önemli akıl hocası ve bulunmaz bir dost haline gelecek olan Midhat Paşa ile tanışamayacaktı.
 
      


Osmanlı'nın yüz yıllar boyu pek çok sadrazamı olmuştur. Ancak, bence hiçbirinin tarihte edindiği yer, Midhat Paşa'nınki kadar büyük olamaz. Eh, dilerim diğer sadrazam beylere haksızlık etmiyorumdur! Ama, söyler misiniz, aralarından kaç tanesi Osmanlı'nın ilk ve tek anayasası olan Kanun-i Esasi'yi hazırlamıştır? Yalnızca Midhat Paşa. Bu anayasanın yürürlüğe girip, padişahı dahi bağlamasını kim sağlamıştır? Midhat Paşa. Bundan sonra sadrazamlığa getirilip, anayasaya uyulup uyulmadığını kim tetkik etmiştir? Gene Midhat Paşa!
 
Osman Bey ve Midhat Paşa tanıştıklarında bu olayların hiçbiri henüz gerçekleşmemişti. O zamanlar, Midhat Paşa yalnızca Bağdat'ta valiliğe atanmış bir devlet adamıydı. İşte bu devlet adamı, Bağdat günlerinde Osman Hamdi'nin en candan dostlarından biri haline geldi. Midhat Paşa, onu yalnızca resme devam etmeye teşvik etmekle kalmadı. Ayrıca, her akşam masa başında fikir yarıştırdığı bir bilgi pınarı oldu, çıktı.
 
Durum böyle olunca, yıllar sonra, 93 Harbi bahanesiyle Kanun-i  Esasi'nin yürürlükten kaldırılmasına ve, daha sonra, Midhat Paşa'nın sadrazamlıktan azledilip, sürülmesine, Osman Hamdi Bey'in üzülmemesi söz konusu değildi. Bana öyle geliyor ki, topraklarımızda ileri görüşlü, aydın insanların kaderi haksızlığa uğramak ve acı çekmektir. Yazıyor musunuz? Buyurun, sizi mahpushanemizde ağırlayalım. Fikirleriniz mi var? O zaman, yurt dışında bir tatile çıkın, dönmemek üzere! Maalesef, Midhat Paşa'nın kaderi de bundan farklı olmadı. Sürgünden döndükten sonra, yani 1881'de, Padişah Abdülaziz'in öldürülmesi onun üzerine yıkıldı ve Midhat Paşa hapishaneyi boyladı. Kısa süre sonra da burada boğularak öldürüldü.
 
Evet, acı kaderler aydın insanların baş tacıdır. Ancak, ilginçtir ki, Osman Bey böyle bir kaderden, ağırlıklı olarak muaf tutulmuştur. Elbette, çok kayıp yaşamış, acı çekmiştir ülkesinde önemli gelişmelere ön ayak olabilmek umuduyla. Osmanlı'nın ilk Güzel Sanatlar Akademisi'ni o açmıştı mesela. Gerçi bu akademi, Paris'te gördüğü örneklerle karşılaştırıldığında çok zayıf kalıyordu. Ama, olsun. Yine de bir başlangıçtı. Ve bu başlangıcı pek çok kişi anlayamıyor ve kaldıramıyordu. Zaten bu yüzden 31 Mart Olayları sırasında elleri sopalı ve palalı bir grup okulunu basmaya kalkışmıştı. Hımmm... Elleri sopalı ve palalı bir grup dedim de, çok tanıdık geldi. Neden acaba?
 
Osmanlı'nın ilk sanat ve tarih müzesini de Osman Hamdi kurmuştu. Gerçi bu müzeyi dolduracak eser neredeyse hiç yoktu elinde. Zira Osmanlı Devleti, tarihi eserlerin kıymetini hiç mi hiç anlayamamıştı. Bu sebeple de topraklarımızda yatan eserler devamlı yabancı arkeologlar tarafından kazılıyor ve yurt dışına kaçırılıyordu. Aslında, buna "kaçırılmak" bile denemezdi. Osmanlı'nın bu eserlerle ilgili kanunları o kadar gevşekti ki yabancılar, koltuklarının altında paket paket heykeller ve levhalarla, ellerini kollarını sallaya sallaya sınır dışına çıkabiliyorlardı. Tarihi eserlerin değerini o dönemde anlayan nadir insanlardan biri olan Osman Hamdi, müzesinin başına geçtiğinde ilk iş olarak bu yasalara el attı. Ve onları öyle bir düzenledi ki değil bir heykeli, tarihi bir çakıl taşını bile yurt dışına çıkarmak imkansız hale geldi.
 
Yabancı devletler bu yeni düzenlemeye öfke püskürdüler. Ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Orada oturup, Osman Hamdi'nin onlara nanik yapmasını çekmeye mecburdular. Lakin ortada hâlâ bir sorun vardı. Eserlerin, topraklarımızda kalması sağlanmasına sağlanmıştı. Ama onları gömüldükleri derinliklerden, zedelemeden çıkartacak adam yoktu. Gene iş başa düşmüştü. Bağdat'ta hem Midhat Paşa'yla konuşmaları, hem de konu üstüne okuduğu kitaplar sayesinde arkeolojinin önemini kavramış olan Osman Hamdi kollarını sıvadı ve bürokrasinin içine daldı. Allem etti, kallem etti ve sonunda kazı izinlerini kopardı. Sonra da kendini doğruca Anadolu'ya attı.
 
Yıllarca devam etti bu. Osman Bey bir yandan akademisinin müdürlüğünü yapıyordu, bir yandan müzesini çekip çeviriyordu, bir yandan da, izin kopardıkça, kazılara koşuyordu. Müze koleksiyonu da bu sayede büyüdükçe büyüyordu. E, bu arada da resim yapmayı ihmal etmiyordu. İşte, meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu bu yoğun atmosferde yaptı.
 
1907'de tamamladığı tablo Osman Hamdi'nin başyapıtı olarak reva görmektedir. Eserde kırmızı kaftanlı, sakallı bir adam görülmektedir. Yüzünde bitkin ama kararlı, huzurlu bir ifade vardır. Gözleri kapalıdır. Sırtını bize yarı dönmüş, arasında bir ney tuttuğu ellerini arkasında kavuşturmuştur. Ayaklarının dibindeyse beş kaplumbağa vardır. Bu hayvancıklardan ikisi ondan uzaklaşırken, kalan ikisi beklenti yahut alayla ona bakmaktadırlar. Zira, ulvi görünümlü bu bey bir kaplumbağa terbiyecisidir ve neyini bu emel için kullanmaktadır.


 
Resim, günümüzde bile tartışmalara yol açmaktadır. Kimdi bu kaplumbağa terbiyecisi? Amacı neydi? Neden eğitmek istiyordu bu yavaş, hantal varlıkları? Bence Osman Hamdi'nin kendisiydi Kaplumbağa Terbiyecisi. O sabırlı, savaşımcı ve artık yaşlanmış adam... Kaplumbağalar ise karşısına aldığı, etrafını saran herkes! Dinlemek istemeyen padişahlar, önüne engel üstüne engel koyan bürokratlar, palalarla bir okul saldıran vahşiler, bir tabloda insan yüzü görünce utanarak, hatta öfkelenerek başını çevirenler... Bazısı öğrenmeye aç, bazısıysa bütünüyle karşı tüm bireyler... Bir toplum!
 
Emre Caner'in, anlamı günümüze kadar işlemiş bu tablo ve onun yaratıcısı hakkında yazdıklarını okuduğumda karmakarışık duygular içindeydim. Bir taraftan, sanatla ilgilenen biri olarak Osman Hamdi Bey hakkındaki bilgisizliğim, "kaplumbağalığım" yüzünden kendime kızıyordum. Ancak bu kızgınlığım uzun sürmedi. Zira bir öğretmenimin bana küçükken söylediği gibi, bilmemek değil, öğrenmemek ayıptı. Bir diğer taraftan da garip bir helecana kapılmıştım. Osman Bey'in tablolarını, bilhassa Kaplumbağa Terbiyecisi'ni görmeli, renklerine, fırça darbelerine gözlerimle dokunmalıydım. Hemen araştırmaya koyuldum. Şans benim yanımdaydı. Osman Hamdi Bey'in tabloları Pera Müzesi'nin ikinci katında sergileniyordu. Ve Kaplumbağa Terbiyecisi sergilenen parçaların arasındaydı.    
 
Uçarak gittim o gün Pera'ya. Merdivenlerden yukarı koştum. Osman Hamdi Sergisi hemen solumdaydı. İçeri daldım. Ama o da ne! Ne kadar küçük bir sergiydi bu! İçeride taş çatlasa beş resim vardı. Ve ışıklandırmaları, özellikle de Kaplumbağa Terbiyecisi'ninki, ne kadar da kötüydü! Gönül isterdi ki, gözleri yormayan, tabloları parça parça boğmayan bir ışıklandırma kullanılsın. Ama yok! Resimlere uzun uzun bakabilmek mümkün değildi. Sağda dursam, solu göremiyorum, solda dursam, sağı... Eğiliyorum, kalkıyorum, hopluyorum, zıplıyorum... Zannedersiniz, göbek atıyorum. Hiç değilse bana biraz müzik çalsalardı da delirmiş gibi durmasaydım.
 
Bu aksiliğe rağmen Osman Hamdi'nin eserlerinin güzelliğini inkar edemezdim. İki Müzisyen Kız adlı tablosu mesela... Ne kadar gerçekçi bir parçaydı bu! Bir kız, dokuma bir halının kenarına nazikçe oturmuştu. Elinde, boyundan büyük bir tef tutuyordu. Yanında sarışın bir hanım duruyordu. Tam bir hanımefendi, bir öğretmen havasına bürünmüştü. Zarif ellerinde telli bir çalgı vardı ve parmakları bu telleri nazlı nazlı titretiyordu. Arka planda geceye bürünmüş bir avlu vardı ve güneşin ışınlarıyla yıkanan iki genç kızın büyüsüyle muazzam bir tezatlık yaratıyordu.
 
Bu gerçekçilik, Osman Hamdi'nin tüm eserlerine yansımıştı. Ancak Kaplumbağa Terbiyecisi'nde bambaşka bir boyuta ulaşmıştı. Tablonun önündeki garip dansıma rağmen o soluk, duru renklerden, gölgelendirmenin yarattığı puslu izlenimden ve tablodan dışarı sızan huşudan kendimi alamıyordum. Kim bilir, belki de orada biraz daha dursaydım kavuklu adam ellerini birbirinden ayıracak ve neyini, sakallarının arasında kaybolan dudaklarına götürecekti. Ve bu sefer, evet bu sefer, bütün kaplumbağalar onu dinleyecek, takip edecekti.
 
Osman Hamdi 1910'da hayata gözlerini yumdu.  Hayatı boyunca, o zamanlar kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler başarmış, ancak ölümünde istediklerinin yarısını bile gerçekleştiremediğini hissetmişti. Lakin, ardında onun izinden devam edecek, mirasını devam ettirecek gençler ve kabuklarından çıkıp, kendilerini eğitecek, geliştirecek kaplumbağalar bırakmıştı. Okulu, müzesi, ailesi, öğrencileri... Hepsi bu gerçeğin birer kanıtıydı. Osman Hamdi'ni vefatının üzerinden bir yüzyıldan fazla zaman geçti. Ve mirası hâlâ ayakta. Eh, artık öğrencilerinin hayatta olmadıklarını farz edersek, zira olsalardı Guinness Rekorlar Kitabı'na girerlerdi, bu mirası sürdürmek yeni nesle, yani biz gençlere düşüyor diye düşünüyorum. Hem geçmişin, hem de geleceğin birer parçası olan bizler kaplumbağa olduğumuz yerlerde kendimizi eğitmeli, kaplumbağa gördüğümüz yerlerde de neyimizi elimize almalıyız. Ne dersiniz? Sizce kabuklarımızdan çıkmaya hazır mıyız?          
   

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Kızıl Toprağın Sesi


Türkülerin tadı bir başka oluyor. Başka türlü bir şey tütüyor ezgilerinde, sözlerinde. Ekseri, bir özlem, tutku, aşk var tınılarında. Enstrümanların acı acı inleyişi, ayrılığın yanık sesi, uzaklardan yükselen. Bir şey düğümlenir boğazınızda güzel bir türküyü dinlerken. Çünkü bilirsiniz, dinlediğiniz o acının, yanıklığın yahut neşenin kaynağının her şeyden önce insan olduğunu. İnsan, her şeyiyle türkülerin içine işlemiş, dile getiremediklerini türkülerin içine akıtmış, yoğurmuştur. Bunun en dokunaklı örneklerinden biri de geçtiğimiz gün gündemimize düşen Vardar Ovası Türküsü ’dür.

                Vardar Ovası’nın kökeni aslında taa 1371’e, yani 1. Murat Dönemi'ne dayanır. 26 Eylül 1371’de, adını doğru telaffuz ettiğimi umduğum Sırp Kralı Joven Ugljesa’nın, Edirne üstünden Osmanlı'ya saldırmasıyla Çirmen Savaşı başlamıştır. Sultan Murat bu sırada Anadolu’da olduğundan Osmanlı Kuvvetleri, Sırp Ordusu’nun Çirmen mevkiine kadar ilerlemesine müsaade etmiştir. Zira, Sırp Kuvvetleri’ne nazaran daha az kişiden mürekkep Osmanlı Kuvvetleri, Çirmen’in onlara stratejik bir avantaj sağlayacağını düşünmüşlerdir. Bu taktik sebebiyle de Çirmen’in gerisine pek çok göç olmuştur.
 

Rivayete göre, göçmenlerin arasında çok güzel bir kız varmış. Göçmenler, Çirmen’in gerisine ulaştıklarında sonradan Sadrazam olacak olan Çandarlı Ali Paşa bu kıza vurulmuş ve, çaresiz, onu himayesine almıştır. Kızcağız da ne yapsın? Bir savaşın çıkmasıyla her şeyini; toprağını, evini, her gün geçtiği yolları, izlediği bulutları, ihtimal, tanıdığı simaları bile kaybetmiş, hiç bilmediği yerlere gelmiş. Ne bir tanıdığı kimsesi var, ne de başını sokacak bir evi! Ya anası, babası, dersiniz... Türküden bir annesi olduğunu çıkarmak mümkün. Ancak babasının olduğunu zannetmiyorum. Gerçi “Efendimin sağ gözüyüm,” sözlerine bakıldığında bunun aksi düşünülebilir. Lakin, ben bu “Efendi”yi Çandarlı Ali olarak yorumlamayı tercih ediyorum. Çünkü bu hem Çandarlı’nın kızı sevdiğini ifade edebilir, hem de kızın, “Efendi”ye birtakım hisler beslediğini düşündürebilir. Tabi, bu yalnızca benim yorumum. Farklı şekilde düşünüyorsanız türküyü kendiniz dinlemekte ve bana “Sen de fazla romantiksin, a kızım,” diye takılmakta serbestsiniz!

                Çirmen Savaşı, tahmin edebileceğiniz gibi, Osmanlı’nın zaferiyle son buldu. Bu vesileyle Osmanlı Drama, Kavala ve Serez gibi Yunan mevkilerini ele geçirdi. Böylelikle Makedonya’ya da yol açıldı. Zaten Çirmen Savaşı’nın, Balkanlar’a çıkan kapıyı açtığının söylenmesi bundandır. Belki de Sultan Murat, Kral Ugljesa’ya teşekkür etmeliydi, topraklarını genişletme fırsatını ona bu kadar çabuk verdiği için. Tabi ruhlarla konuşamadığı sürece bunu yapması pek olanaksızdı. Çünkü kral ve kardeşleri 26 Eylül 1371’de, yani muharebenin ortasında, hayatlarını kaybetmişti. Ancak kardeşlerin öldükleri gün, onların aynı zamanda ölümsüzlüğe imza attığı gün oldu. Zira bu savaşla Sırp tarihine birer kahraman olarak geçtiler ve bugüne değin okunan pek çok destana konu oldular. Yenmek ya da yenilmek önemli değildi burada. Önemli olan savaşmak, o askerlerin arasında olmak ve onlarla birlikte kan akıtmaktı. Ve üç kardeş de bunu layığıyla yapmıştı.

                Osmanlı Güzelimiz’e gelince... Savaşın sonu her ne olursa olsun, onun için iş işten geçmişti. O geri dönemezdi. Varsa, ailesi gitmekte serbestti, büyük ihtimalle de gitmişti. Ama o... Bahçesinde açan çiçekleri, toprak yollarda koşturan komşu çocuklarını, hiç birini bir daha göremeyecekti. Yurduyla artık tek bir bağlantısı Mayadağ'ından kalkan kazlardı. Onlar, onun ulakları ve Vardar Ovası Türküsü ’nün başlangıcıydı. İşte, bu vatan özlemiydi Osmanlı Güzeli’ne türküsünü yaktıran, kaçamayacağı bir kadere bağlayan. Ömründe bu kaderi ve acıyı tatmış, paylaşmış pek çok kişi olmuştur. Daha pek çoğu da olacaktır. Bu yüzdendir ki Vardar Ovası 1371’den beri hayatta kalmıştır. Ezgisiyle, melodisiyle, gizli serzenişleriyle bu duyguları, kaçınılmazlığı ve insanları yakaladığı için. Her bir notası tüm bunların yoğunluğuyla titrediği ve titrettiği için.

                Gelgelelim, Vardar Ovası’nın bu kadar tuhaf bir şekilde gündemimize oturmasına. Türkü, malum, aşağı yukarı 642 yıllık. 1371’de yazı Osmanlı’da pek yaygın olmadığından biçare bir kızın dudaklarında dökülmüş ve uzunca bir zaman dilden dile dolaşmış, günümüze kadar gelmiş. Durum böyle olunca, kimi kelimelerin unutulması, yahut yanlış hatırlanması doğaldır. Bence tartışılan bu “Kazanamadım sıla parası,” sözlerinden doğan, problem demek istemiyorum çünkü buna problem denemez ama hadi şimdilik bu kelimeyi kullanalım, problem bundandır. Sıla kimi yerlerde Başlık parası, kimi yerlerdeyse Rakı olarak geçmektedir. Türkünün altında yatan hikayenin gerçek olduğunu farz edersek (çünkü bunu yüzde yüz teyit etmemizin bir yolu yok, tabi bir zaman makineniz varsa o ayrı hikaye) asıl kalıbın başlık parası olduğunu düşünmek zor. Elbette, sevdiğine, başlık parasını toplayamadığından kavuşamayan bir gencin türküyü duyup da kendi bedbahtlığına uyarlamış olması da mümkündür. Rakı tartışmasına gelince...

                O zamanlar rakı var mıydı, yok muydu, bilemiyorum. Ama oyumu “yoktu” yönünde kullanmayı tercih edeceğim. Ancak, olsaydı ve nakaratta geçen “Kazanamadım rakı parası,” olsaydı ne fark ederdi? Rakı sözünü duyduğumuzda sarhoş mu olacaktık? Ya da, gerçekten de, türkü söylendiği anda “Tamam, arkadaşlar rakı istiyor,” denilecek ve kadehler masamıza mı uçurulacaktı? E, iyi de ben bu yazıyı yazarken bu türküyü en az beş kere dinledim. Daha önce de dinlemişliğim var. Hani nerede benim rakım? Anlaşıldı. İş başa düştü gene. Hazır, meze soframızı kurmuşuz. Hepimiz nostalji yapmaya, eski anıları yad etmeye hazırız. Akıllı bir arkadaşımım dediği gibi tam bir “efkar sofrasına” doğru gidiyoruz. Birimiz garsona işaret etsin... Hah! Abicim, hepimize birer kadeh rakı lütfen. Bol buz da getir. Kavunu da unutma ha! Eee, arkadaşlar? Katılmaz mısınız soframıza?    
 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Martıların Kanatları


İnsanlar, özgürlüğü, çoğunlukla gökyüzüyle özdeşleştirir. Bir kuş gibi, derler, mesela bir kaçış yolu aradıklarında. Oysa deniz de bir o kadar özgürlükle bağdaştırabildiğimiz, gizemli bir varlıktır. Gizemlidir, çünkü pek çok şey barındırır mavi karanlıklarında. İnsan gözünün değmediği güzellikler onun dalgalarının arasındadır. Ama her zaman kolay değildir onlara ulaşmak. Zira deniz, tatlı bir ezgiyle titreşirken, birden hırçınlaşan yardır. Derinliklerinde kimseye kadir olmayan sırlar, ufuklarında keşfedilmemiş diyarlar vardır. Belki de bu yüzden denize çekilir insanlar. Tüm bu esrarın onlara seslendiğini duydukları için. Lakin bu çağrıya herkes cevap veremez. Kimisi kara adamıdır, toprağını bırakamaz. Kimisiyse geri durur, yâra sadece gözleriyle kavuşmayı yeğler. Oysa kimileri vardır ki sanki denizle bir bütündürler. Korkusuzca, heyecanla, sevinçle açılırlar sonsuzluğuna. Denizlerin çocuklarıdır yelkenciler. Onlar için öyle bir tutkudur ki bu, yelkencilik artık onların yaşamlarının bir parçası, hatta yaşam tarzı haline gelmiştir. Bu olguyla daha önce Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde tanışmıştım. Gerçekliğine bizzat tanıklık etme fırsatını ise ancak bu yaz yakalayabildim. Nerede mi? Merhum Prof. Dr. Süleyman Dirvana anısına düzenlenen 1. Bozburun Yelken Festivali’nde.

                Peki, kimdi Süleyman Dirvana? Onuruna neden bir festival düzenleniyordu? İstanbul’un en önemli doktorlarından biriydi. Çapa Tıp Fakültesi’nden emekli olduktan sonra eşi Zeynep Hanım ve oğlu Edhem ile birlikte Bozburun’a yerleşmişti. “Mavi Yolculuk” fikrini ilk hayata geçiren Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’tan bile önce Türk koylarını keşfe çıkmış bir denizciydi. Yelken sporunun Türkiye’deki öncüsü, piriydi. 5 Haziran 2010’da hayata veda etmişti. Festivali, Süleyman Bey’in oğlu Edhem düzenliyordu. Onu, aslında, babasının ölüm yıldönümüne denk düşürmek istiyordu. Ancak tam da bu tarihlerde Gezi Parkı Olayları patlak verdiğinden, planlarını 27 – 28 Temmuz’a ertelemeyi uygun bulmuştu. Temmuz’un sonuna doğru tüm hazırlıklar yapılmıştı. Yarışlar Zeynep Hanım ve Edhem Bey’in işlettiği Bozburun Yat Kulübü’nde gerçekleşecekti.
 

 
            Festivalden bir önceki gün kulüp izleyicilerle ve yelkencilerle tıka basa dolmuştu. Sonunda büyük gün geldi çattı. Denizciler teknelerine atladı ve başlangıç noktasına doğru ilerlediler. Pozisyon almaları, doğal olarak, bir vakit sürdü. Çünkü, hem birbirlerine engel olmadan manevra yapmaları gerekiyordu, hem de deli gibi esen rüzgarla cebelleşmeleri. Gerçekten de, rüzgar o kadar şiddetliydi ki pek çok yelkenli koylarından ayrılamamış ve ilk yarışmaya katılamamıştı. Fakat o günkü altı teknelik yarışta hiç de öyle hafife alınacak yarışmacılar yoktu. Örneğin Türkiye’nin ilk kadın kaptanlarından Necla Öney, Denize II adlı teknesiyle pozisyonunu almıştı bile. Teknede de yalnız başına değildi. Zira bir tarafta kızı Banu Öney dümen tutarken, diğer tarafta torunu Deniz Güney teknenin balonuyla meşgul oluyordu.

                Yarışmaya katılan tanınmış isimlerden bir diğeri de “Ezel” ve “Karadayı” dizilerinden tanınan Kenan İmirzalıoğlu’ydu. İmirzalıoğlu elbette yılların yelkencisi değildi. Ancak festivalin hazırlanmasında Edhem’e yardımcı olan Harman Yachts’ın inşaa ettiği “Harman”ın tayfasından biriydi. Hatta yarışma sırasında teknede dümen bile tuttu. Eee, ne de olsa festival acemi-profesyonel herkese açıktı. İmirzalıoğlu’nun böyle bir fırsatı kaçırması bir hata olurdu. Valla, ben de aynı fırsatı yakalasaydım, herhalde kendimi güvertenin birine atardım. Gerçi tayfadan birine mani olmak düşüncesi beni bundan alıkoyabilirdi. Ama yine de...

                Elbette, Edhem’in , babasının adına düzenlediği yarışa dahil olmaması düşünülemezdi bile. Aslında o, festivale F-1 model bir yarış katamaranıyla katılacaktı. Ama aksiliğe bakın ki festivalden kısa bir süre ince katamaranın direği kırıldı. Edhem de çareyi yarışa babasının eski teknesi Seddülbahir ile katılmakta buldu. Seddülbahir tam üç yıldır deniz yüzü görmemişti. Daha ilk bakışta eski ama son derece dirayetli olduğu anlaşılıyordu. Yelkenleri henüz açılmamışken bu kadar romantik ve sakin görünen Seddülbahir’in yarışlar sırasında bu kadar savaşçı ve neşeli durması akıl alır şey değildi! Artık yelkenleri Süleyman Bey’in nefesiyle dolduğundan mıdır, yoksa Edhem’in coşkusunun rüzgara aksetmesinden midir, bilemeyeceğim. Belki de ikisi birdendir... Belki de bunlara, üç yıldır sessizliğe gömülmüş, yârından ayrı kalmış bir ruhun helecanı da eklenmiştir. Yelkenlinin de ruhu mu olurmuş, demeyin sakın! Olmasaydı denizciler neden teknelerine “kızımız” diye hitap etsin ki?

                İtiraf etmeliyim ki festivalde gördüğüm tüm tekneler arasında Seddülbahir en güzeliydi. İnsanı tam anlamıyla büyüleyen bir yanı vardı onun. Ne kadar güzel, büyük, ihtişamlı tekneler vardı orada! Ama hiç biri Seddülbahir kadar etkileyici değildi. Tabi, benim böyle düşünmemde Seddülbahir’in geçmişini bir parça biliyor olmamın etkisi olabilir. Birazını anlatıyayım da siz karar verin: Seddülbahir 1920’de, ülkemizin ilk gemi inşaat mühendislerinden Harun Ülma tarafından yapılmış. Süleyman Dirvana, onu 1950’de, karada çürümeye terk edilmiş bir vaziyette bulmuş. Süleyman Bey tekneyi onardıktan sonra hem onunla yarışlarda önemli dereceler kazanmış, hem de ailesiyle İstanbul’dan, Bozburun’a defalarca gidip gelmiştir.

Teknenin adının neden Seddülbahir  olduğuna gelince... Seddülbahir, Çanakkale Savaşı'nın en önemli cephelerinden biriydi. 25 Nisan 1915'te, İngiliz ve Fransız Kuvvetleri buraya beş farklı noktadan (Sığıririna Koyu, Ertuğrul Koyu, Teke Koyu, İkiz Koyu, Zığındere Koyu) çıkartma yapmıştı. İki tarafın da ağır kayıplar verdiği savaşın sonunda, yani Haziranın sonlarına doğru, düşmanın ilerlemesi durdurulmuş ve çıkarma başarısız kılınmıştı. Süleyman Dirvana da, askerliğini, tarihi açıdan bu kadar büyük ehemmiyeti olan Seddülbahir'de yapmıştı. Askerliğini tamamladığında, Seddülbahir'e öylesine gönül vermişti ki, teknesine onun adını vermekle kalmamış, öldüğünde buraya gömülmeyi vasiyet etmişti. Süleyman Bey'in bu son isteği de yerine getirildi. Kendisi 8 Haziran 2010'da, Seddülbahir'de defnedildi. 

 

                Masmavi suların üzerinde altı yelkenli, bembeyaz kanatlarını açmışlar, ufuktan bize selam veriyorlardı! Görülmeye değer bir manzaraydı doğrusu. Kimi zaman rüzgarı toplamak için delice bir savaş veriyorlardı. Yelkenler, havayı birden dehşetli bir ihtirasla kamçılıyorlardı. Bağlı olmasalar değil birinin kafasını uçurmak, bulutları parçalayabilir, gün ışığını yarabilirlerdi. Ancak bu güç gösterisi pek uzun sürmüyordu. Denizciler derhal iplere sarılıyor ve yelkenlerin yönünü ayarlıyorlardı. Beyaz kanatlar böylece tekrar havayla doluyor, gururlu bir sessizliğe bürünüyordu ve tekneler şaha kalkıyordu.

                Yalnız, ne yalan söyleyeyim, festivalin ikinci günü, ilkinden daha heyecanlı ve büyüleyiciydi. Bunda hem bu sefer daha çok yelkenlinin katılması, hem de yelkenlilerin zaman zaman çok daha yakınımızdan geçmesinin etkisi büyüktü. Bir ara tekneler, limanda oturan bizlere o kadar yaklaştı ki istesek tepemizde açılan martı kanatlarına dokunabilirdik. Tekne üstüne tekne bizi böyle taçlandırıyor, güneşi, rüzgarla birlikte esir ediyor, sonra da süzülüp gidiyordu. Bu arada kaptanlar da bizlere selam vermeyi ihmal etmiyordu. Tabii, biz de alkış tutmayı! 

                Böyle anlar ne kadar mucizevi olursa olsun, bir tanesi son derece korkutucuydu. Güzergah gereği tekneler yine yakınımızdan geçecek ve az ileriden döneceklerdi. Dönüşler sırasında yelkenliler yan tarafa yatarlar. O kadar ki bu esnada denizcilerin nasıl olup da patır patır denize dökülmediklerine hayret etmekteyim. Yanımızdan peşi sıra geçen üç tekne de dönüş için bir hayli yan yatmışlardı. O kadar yakınızdalardı ki bir an sonra üzerimize devrilecekler ya da birbirlerine bindirecekler diye yüreğim ağzıma geldi! Neyse ki o keskin ve yatay dönüşler başarıyla tamamlandı ve ben boş yere heyecanlanmış olmanın rahatlığını yaşadım. Gerçi bundan sonra azıcık geri çekilmedim desem yalan olur. Ama o ayrı bir mesele.

                Ödül töreni 28 Temmuz’da, öğleden sonra gerçekleşti. Birincilik Harman’a giderken, ikincilik, yine Harman Yachts’ın yaptığı Tamerisk’indi. Üçüncülüğüyse Nikki adlı tekne kazandı. Bu Bozburun Yelken Festivali’nin ilk senesiydi. Ancak hiç de son senesi olacağa benzemiyor. Zira Edhem bunu geleneksel bir etkinliğe çevirmeyi planlıyor. Bu yüzden, gelecek yaz yolunuz Bozburun’a düşerse, Yelken Kulübü’ne bir uğramanızı şiddetle tavsiye ededrim. Hem bu vesileyle Zeynep Abla’nın birbirinden lezzetli yemeklerini bir tadar, onunla unutamayacağınız bir sohbet fırsatını yakalamış olursunuz. Bakarsınız bu sohbetinize ben de dahil olurum. Hem bu vesileyle de tanışmış oluruz.