13 Ocak 2014 Pazartesi

Hortuma Kapılmak

(Uzun zamandır gerek derslerimin yoğunluğu, gerekse bilgisayar problemleri sebebiyle bloguma yeni yazı ekleyememiş, hatta bir süre boyunca hakkında yazı yazabileceğim sergi ya da konser gibi etkinliklere gidemez olmuştum. Bu konuda siz okuyucularımdan, eğer hala okuyucum varsa tabi, içtenlikle özür diler ve gelecekte daha özenli olmaya çalışacağıma söz veririm.)



"Klasik Müzik" dendiğinde pek çok kişinin gözlerini bayılttığını görür gibi oluyorum. Zira kimileri sıkıcı bulur onun "gıy gıy gıyını". Bana gelince, ben klasik müzik dinlemeyi çok severim. Kafamı dinlemek istediğimde, yazı yazarken ve, bâhusus, rahatlamak istediğimde Verdi'nin (İtalyan besteci, nam-ı diğer "Kızıl Papaz", 1813 - 1901) yahut Tchaikovski'nin (Rus Besteci, 1840 - 1893) eserlerini çalmaktan büyük keyif alırım. Dolayısıyla ablam bana "The Two Cellos" (İki Çello) adlı bir konsere bilet aldığını söyleyince zevkimden dört köşe oldum.

Konser Zorlu Center'da gerçekleşecekti. Oraya vardığımda, bildiğim tek şey sanatçıların, grubun adından da anşaşılacağı gibi, 2 çellocudan oluşacağıydı. Yavaş, sakin müzikler eşliğinde bir yarım uyku haline sürüklenmeyi bekleyerek girdim o salona. Ama salon ne kadar da kalabalıktı! Neredeyse tüm koltuklar doluydu ki Zorlu'nun salonları öyle ufak tefek de değildi. İstanbul'da ne zamandan beri bu kadar çom klasik müzk sevdalısı vardı? İşte bu, konser başlamadan önce son düşüncem oldu. Zira biraz sonra Hırvat sanatçılar Luka Sulic ve Stjepan Hauser sahneye çıktılar ve beni, kelimenin tam anlamıyla, kafama balyoz yemişe döndürdüler.



Konser gerçekten son derece sakin  ve huzur dolu bir ezgiyle başladı. Sulic ve Hauser açılışı kendi besteledikleri "The Book of Love" (Aşk Kitabı). Müziğin ezgileri yavaş yavaş atıştıran bir yaz yağmuruna benziyordu ve bu yağmurun damlaları tenlerimize, ruhlarımıza dokundukça içimizi tatlı raşeler kaplıyor ve biz, yüzlerimizde birar tebessümle koltuklarımıza gömülüyorduk. Derken, birden müzik patladı!

O sakin tını, sanki salona bir hortum dalmışçasına kesildi ve yerini bambaşka; daha gür, daha kudretli melodiler almaya başladı. Çellolardan çıkan o sesler artık o bildiğimiz klasik müzik aleminin parçası değildi. O kadar gürleşip, yükselmiş, yer yer o kadar berraklaşıp, kalınlaşmışlardı ki sesleri neredeyse elektronik gitara benziyordu. Az evvel loş bir ışıkla aydınlanan sahnenin, giderek artan bir ışık banyosuna mağruz kalması üzerine dikkat kesildim ve... Evet! Bunlar normal çello değildi. İkisi de normak çellolar gibi uzundular ama sanki boylamasına yarıya kesilmiş gibi duruyorlardı. Üstelik o kadar inceydiler ki bana ince belli çay bardaklarını andırıyorlardı. Hiç şüphe yoktu ki bunlar elektronik çelloydu.

Üstüne üstlük Sulic ve Hauser'ın çaldığı öyle sıradan, bilindik bir müzk değildi. Çünkü iki genç sanatçı, çellolarıyla, salonu Michael Jackson'ın (Nam-ı diğer "Pop Kralı") "Smooth Criminal" şarkısıyla inletiyorlardı. İkisi de tam bir konsantrasyon içinde gözlerini kapatmıştı. Bedenleri, yarattıkları müzikle adeta sarsılıyordu. Kendilerinden geçmiş bir aşk ve şevkle sarılmışlardı çellolarına ve onların o hevesine kapılmamak söz konusu değildi. Derhal o üzerimizdeki ağırlıktan silkindik. Yerimizde durmamız birden bire imkansız olmuştu.

Sonradan öğrendiğim üzere, Sulic ve Hauser'ın kariyerleri "Smooth Criminal"ı böyle özgün bir şekilde yorumlamalarıyla başlamış. Evet, "özgün yorumlamak" diyorum, "kopyalamak" değil. Çünkü onların yaptığı var olan bir eseri olduğu gibi alıp, çalmak değildi. Aksine, onun içine kendi sololarını, ritimlerini eklemek, yer yer müziği coşturup, yer yer dizginleyerek onu daha önce hiç gitmediği eksenlere taşımak, yani içine bir nevi kendi ruhlarını katmaktı. Bu da takdire şayan bir başarıydı doğrusu.

Kariyerleri "Smooth Criminal" ile başladı derken ne demek istiyor bu kız, diyecek olursanız... Sulic ve Hauser'ın keşfedilmeleri bir stüdyoya başvurmalarıyla değil, internette, daha sarih olmak gerekirse Youtube'da olmuştu. Kendileri "Smooth Criminal"ı baştan başa tekrar yorumlayıp (bu sefer normal çellolarla), bunun videosunu bu siteye koymuşlardı. Bu kaydın, aşağı yukarı, üç milyon kişi tarafından izlenmesi üzerine de yıldızları tırmanmaya başlamıştır. Sırasıyla, önce bir albüm çıkarmışlar, sonra da Elton John, Red Hot Chilli Peppers gibi ünlü isimlerle turneye çıkmışlar ve bu yolcukları itibariyle ta buraya, İstanbul'a kadar gelmişlerdir. Henüz yirmilerinde olan iki genç için hiç de fena değil, öyle değil mi?

Bittabii, Sulic ve Hauser'ın, "Book of Love" gibi, kendi besteledikleri eserleri vardır. Ancak konser sırasında, ağırlıklı olarak yeniden yorumladıkları parçalara yer verdiler. Ve böylece Michael Jackson gibi daha çok "pop" sayılan bir sanatçıyı geçip, onları normalde çok zorlaması gerekn iki ismin eserlerine el attılar: ACDC ve Jimi Hendrix.


Bilmeyenler için kısa bir özet geçmek gerekirse, ACDC 1973'te kurulan ve bugüne değin devam eden bir rock grubudur. Pek çok defa dağılma tehlikesi grupta baş gösterdiyse de, örneğin grubun baş solisti 19 Şubat 1980'de alkol zehirlenmesinden öldüğünde, yıllar yılı rock dünyasının göbeğine tutunmayı başarmıştır. 2000'de 200 milyondan fazla albüm satan ACDC, bugün , Rolling Stones dergisinin değerlendirmesine göre, En İyi 100 Hard Rock Sanatçısı listesinde dördüncü sıradadır.



Jimi Hendrix'e gelince... Aslında böyle bir adamı hayatını kısa bir paragrafta özetlemeye öalışmak delilik denebilecek bir şey. Ama ben yine de elimden geleni yapayayım. 1940'ta doğan Hendrix, gelmiş geçmiş en iyi elektronik gitar sanatçısı sayılmaktadır. Kendisi gitar çalmaya 15 yaşında başlamıştır. 1961'de orduya alınmıştır ancak bir yıl sonra şerefsiz terhisle askerlikten atılmıştır. Bundan sonra Tennessee'ye taşınmış ve o zaman Afrikan-Amerikalıların çalmasının güvenli olduğu bar ve klüplerde (zira o dönemde ırkçılık saldırıları Amerika'da hala görülmekteydi) çalmaya başlamıştır. Böyle böyle yerlerde çalarak, sonunda küçük bir drubun gitaristi olmuş, onlarla turneye çıkmaya başlamıştır. Bu 1966'ya kadar devam etmiştir. 1966'da ise "The Animal" diye yine ünlü bir grubun gitaristi tarafından keşfedilmiştir ve ününün uluslar arası bir boyuta ulaşması yalnızca birkaç ay sürmüştür. Kendisi 27 yaşında, yani 1980'de ölmüştür.



Bu kısa biyografilerden anlayabileceğiniz gibi, ACDC ve Jimi Hendrix rock müziğinde çığır açmış isimlerdir. Ve bu isimlerin parçalarını gitarda öğrenmek neredeyse imkansızla eş değerlidir. Lakin bu "neredeyse" bizim iki genç sanatçımızı durdurabilir mi? Elbette ki hayır! Hazır bizleri gaza getirmişler, çellolarını hazırladır, sahnede yoktan bir bateri ve baterist yarattılar ve ACDC'nin "Highway to Hell"inden (Cehenneme Otoban) girip Jimi Hendrix'in " Are You Experienced?" albümünden çıktılar. Bu vesileylede bizleri bir güzel ayaklandırdılar.

O gün miskin miskin müzik dinlemeye gittiğim konserden nefes nefese çıktım. İki saat boyunca neredeyse hiç oturmamış, hücrelerime neşreden öüzikten zıp zıp zıplamıştım. Ellerim alkış tutmaktan yanıyordu. Ayaklarım inim inim inliyordu. Buna rağmen ben salondaki herkesle birlikte "Bir daha," diye bağırmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Neyse ki sanatçılarımız bizleri kırmadılar ve son bir şarkı için sahneye dçndüler: O şarkı ne olursa beğenirsiniz? Yine rock klasiklerinden bir parça mı? Ya da belki de Beatles'dan bir şey? Hayır, efendim. Bilemediniz. Zira çaldıkları parça daha o gün öğrendikleri bir parçaydı! Çalarken onlara eşlik etmemizi istedikleri bir parça... Çocukluğumdan hatırladığım bir parça... "Seni Gidi Fındık Kıran"!

Klasik müzikten her ne kadar haz etsem de tahmin edebileceğiniz gibi bu konser beklentilerimin çok daha üzerindeydi. Tahmin edebileceğimden çok daha eğlendiğim ve güldüğüm, hayal edebileceğimden çok daha yetenekli iki sanatçının yaratısına tanıklık ettiğim bir konserdı bu. "The Two Cellos", İstanbul'a bir daha gelir mi, gelirse ne zaman gelir, bilmiyorum. Ancak konserlerine bir şekilde denk gelmediğiniz sürece internetten eserlerine bir göz atmanızı, hatta, daha da iyisi, bu ay çıkacak olan albümleri "IN2ITION"ı (İçgüdü) dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyprum. İçinde Elton John gibi ünlülerle beraber besteledikleri parçalar olan ve yapımcısının, "Kiss", "Pink Floyd" ve "Deep Purple" gibi grupların albümlerinin yapımcısı Bob Erzin olduğunu düşününce, merak etmeden duramıyorum: Acaba yeni bir efsanenin doğuşuna mı tanıklık ediyoruz?