Bildiğiniz üzere, İstanbul 1453 yılında, Fatih Sultan Mehmet (1432 – 1481)
tarafından fethedilmişti. Zaten, Sultan Mehmet’in, “Fatih” diye anılmasının
sebebi budur. Bu fetihten, önce Konstantinapol diye anılan İstanbul, Bizans
İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bizans İmparatorluğu ise 395 yılında Roma
İmparatorluğu’nun, Doğu ve Batı Roma olarak ayrılması üzerine kurulmuştu. İki
tarafın, Hristiyanlığın farklı mezheplerini benimsemeleri üzerine doğan bu
ayrılığın neticesinde Doğu Roma İmparatorluğu “Bizans” adını benimsemişti. İşte
bu imparatorluk da 1453 yılında, 53 günlük bir kuşatmanın sonunda, yani Konstantinapol’ün,
Osmanlı’nıneline geçmesi ve bu kuşatma sırasında, Bizans’ın son imparatoru
Konstantin Palaigolos’un şehit düşmesi üzerine, son buldu.
Bundan sonra
olanlarsa malumdu. Öncelikle, İstanbul, Osmanlı’nın başkenti oldu. Daha
sonraysa Konstantinapol’ün adı İstanbul olarak değiştirildi. Gerçi, itiraf
etmeliyim ki bu ad değişimini pek anlamış değilim. Zira İstanbul Türkçe yahut
Osmanlıca bir ad değildi. Bildiğim kadarıyla (ki eğer yanlış biliyorsam lütfen
beni düzeltin) İstanbul Yunanca “Şehre Doğru” demektir. Ama neyse...
Tabi, koskoca bir şehrin isimlerinin değiştirilip de semtlerinin
isimlerinin değiştirilmemesi düşünülebilecek bir şey değildir. Dolayısıyla,
tarihinin Hristiyanlık öncesi döneme kadar dayandığı düşünülen Bebek’in de
vakt-i zamanında farklı bir isme sahip olmuş olması bizleri şaşırtmamalı.
İlginçtir ki Bebek’in eski adı farklı kaynaklarda, farklı şekillerde geçer.
Kimi kaynağa göre Bebek’e “Challae” denirdi, kimine göre “Chillai”, kimine
göreyse “Khile”... Benim gözlemlediğim en yaygın hitap şekliyse, belki de tüm
bu adların bir kırması olan ve “iskeleler” anlamına gelen “Hallai” idi. Peki,
Bebek, “İskeleler” diye anılırken, ki o zamanlar buranın bir balıkçılar
kasabası olduğunu göz önünde bulundurursak bu son derece mantıklıdır, nasıl “Bebek”
diye anılmaya başladı? Bu semtin bu kadar tuhaf ve beklenmedik bir ad
değişikliği geçirmesinin sebebi nedir?
Bu cevabı almak için yine 1453’yılına dönmemiz gerekir. Fatih Sultan
Mehmet, İstanbul’u ele geçirdikten sonra semt semt, şehrin güvenliğini temin
etmek zorundaydı. Bunun için de farklı bölgelere kıdemli adamlarını tayin
etmeliydi. Bbebek’e de, bebek suratlı olduğu için “Bebek” Çelebi diye anılan
bir adamını bölükbaşı tayin etti. Ömrünün sonuna kadar burada kalıp, görev
yapan Çelebi, burada bir köşk ve bahçe kurdu ve burası, ölümünden sonra bile “Bebek”
olarak anıldı. Bebek’in, bir balıkçı kasabasından, son derece rağbet gören bir
semte dönüşmesiyse yaklaşık 250 yıl, yani Sultan Üçüncü Ahmet tahta çıkıp,
sadrazamı olarak Damat İsmail Paşa adında bir zâtı görevlendirinceye dek sürdü.
Damat İbrahim Paşa, görev başına geldiğinde, Bebek’i kalkındırmak namına burada
Hümayunabad Kasrı’nı inşa ettirdi, ayrıca yanına Bebek Camii’yi yaptırıp,
bölgeye pek çok çeşme, hamam, değirmen ve dükkan kurdurdu. Bu gelişmelerin
üzerine de insanlar, semte akın etti ve semti konaklar ve yalılarla bezedi.
Sadrazam İbrahim, Bebek Camii’ni, 3. Ahmet adına yaptırmıştı. Camii, hem
yurt dışında (Berlin, Almanya), hem de yurt içinde (İstanbul) eğitim görmüş olan
Mimar Kemalleddin Bey tarafından yapılmıştı. Günümüzün mimari tabirlerince,
Bebek Camii “Birinci Ulusal Mimarlık Akımına” yani “Neoklasik Türk Üslubuna”
uygun yapılmıştır. Sen nece konuştun şimdi, diyecek olursanız, ki bu bilgi
kırıntısını ilk okuduğumda ben de aynı tepkiyi vermiştim, hemen açıklayayım.
Birinci Ulusal Mimari Akımı, 1908 ve 1930 yılları arasına topraklarımızda
yaygın olan, yani etkinliğini hem Osmanlı Devri’nde, hem de Cumhuriyet
zamanında gösteren mimari bir akımdı. Akımın öncüleri Mimar Kemalleddin ve 1873
– 1942 yılları arasında yaşayan Mimar Mehmet Vedat Tek’ti. Vedat Tek, Türkiye’nin
resmi eğitim görmüş ilk mimarı olarak kabul edilmektedir. Peki, bu Birinci
Ulusal Mimarlık Akımı’nın özellikleri neydi? Bu akım, bir yandan milliyetçiliği
öne çıkarmayı hedeflerken, bir yandan da, bilhassa Osmanlı mimarisinde dikkat
çeken “süsleme” özelliğini kaybetmemeye özen göstermiştir. Yani, akım hem
sadeliğe önem vermiştir, hem de Osmanlı’nın klasik süsleme tarzına tutunmuştur
ve bu çelişki sayesinde de yeni bir tarz yaratmak amacını gütmüştür. Akımın
etkileriyse yalnızca kamu binalarıyla sınırlı kalmıştır.
Bebek’te dikkat çeken tek bina, denizin hemen önüne kurulmuş olan Bebek
Camii değildir. Fikrimce bu semtte asıl göz alan yapı Mısır Konsolosluğu
binasıdır. Bir arkadaşımla, artık gelenek haline gelmiş bir şakamız vardır. Ne
zaman konsolosluğun önünden geçsek iç çekeriz ve “Şu konsolosun yakışıklı bir
oğlu olsa da evlensek, şu binaya rahatça girip çıkabilsek” diye muhabbete
başlarız. (Tabi o hayali oğlan yakışıklı olması, olmazsa olmazımız.) Boğaz’ın
hemen dibindeki konsolosluk, denize o kadar yakınki, etrafındaki demir
parmaklıklar olmasa, ayaklarınızı suya sokabilirsiniz. Bebek’te, bembeyaz bir
inci gibi parıldar bu bina. Bir yapını aynı zamanda o kadar ferah ve romantik, o
kadar gösterişli ve sade olması mümkün müdür? Bırakın konsolosluğu, yapı, antik
çağlardan kalma bir saraya benzer ve sizde adeta bir prenses (ya da prens) olma
arzusunu harekete geçirir. Tabi, konsolosluk binasının 1902’de, Hıdiv Abbas
Hilmi Paşa’nın, annesi için inşa ettirdiği bir yalı olduğunu göz önünde
bulundurursak (ne kadar da vefalı bir oğulmuş bu Hilmi Paşa), bu arzumuzu hoş
görmemiz gerekir.
“Hidiv”, Osmanlı’nın, zamanında Mısır elçilerine verdiği bir ünvandır.
Vaktiyle Mısır elçiliğini üstleniş olan Hilmi Bey’in, annesi için, Mimar
Raimonda D’Aroco’ya yaptırdığı ev, ancak kendisinin ve annesinin vefatından
sonra bir konsolosluğa çevrilmiştir. Raimonda Tommasso D’arronco’ya gelince....
Kendisi 1893’te doğan İtalyan bir mimardır. Türkiye’ye imzasını, ülkeye
çağrılıp, Osmanlı’nın düzenlediği ilk sergilerden birinde, önceki yazılarımdan
birine konu olan Osman Hamdi Bey ile birlikte çalıştığında atmıştır. Bundan
sonra pek çok defa İstanbuş’a gidip gelmiş ve eserlerine burada can vermiştir.
Bebek’te son olarak değineceği yer meşhur Bebek Parkı’dır. 1908’de açılan
Bebek Parkı, yıllar sonra Sabancı Vakfı tarafından renove edilmiştir. Hatta bu
renovasyon sonucunda parkın adı “Türkan Sabancı Bebek Parkı” olarak değiştirilmiştir.
Bu renovasyon çalışmasını en iyi yanı parkta yıllardır ayakta duran ağaçların
korunmaya alınmış olmasıdır. Ancak itiraf etmeliyim ki, pek çoğumuz gibi, ben
bu parkı, tarihi öneminden ziyade, orada yatan çocukluk anılarımdan dolayı
severim. Bir nevi kişisel tarihimden dolayı yani... Çünkü bir milletin
tarihinin parçası olan bu park, benim de çocukluğum şahidi olmuştur. Sırf benim
için değil, pek çok insan için burası, toplumsal ve bireysel tarihlerin
toplanıp, birleştiği; kuş yemlerinin satın alındığı, güvercinlerin beslendiği
yahut kovalandığı, banklarda Boğaz’ın seyredildiği, falcılara fal baktırıldığı
özel bir bir mekan haline gelmiştir. Ve bu birleşme, bu evrim tarihin belki de
en özel örneklerinden biridir. Çünkü böyle bir oluşumun bir eşine daha
rastlamak neredeyse imkansızdır.