Bir tiyatro oyununu izlemek ve okumak aslında çok
farklı iki deneyimdir. İkisinin de kendince bir tadı vardır. Şaşılacak şeydir,
bu tatların birbirlerinden ne kadar farklı olabileceği. Bu sözlerimi belki de
garipseyeceksiniz. Kağıt üstündeki bir oyun, sahnelenen bir oyundan ne kadar
farklı olabilir ki, diyecek belki bazılarınız. Bazılarınızsa bu iki eserin
birbirinden farklı oldukları hususunda bana katılacak, üstüne de yazılı eserin
insana, oynanan eser kadar zevk veremeyeceğini iddia edeceksiniz. Eğer ilk
iddiada bulunan kişilerdenseniz, daha önce okuduğunuz bir oyunun sergilendiğini
görmediğinizi farz edeceğim. Durum böyleyse, derhal elinize bir tiyatro oyunu
almanızı, sonra da o oyunun bir sahnede hayata geçirilişine tanıklık etmenizi
tavsiye ederim. Eğer ikinci iddiada bulunan kişilerdenseniz, o zaman hem
edebiyatın, hem de tiyatro dünyasının pirlerinden biri olan William Shakespeare’in
eserlerini okumanız ve izlemeniz konusunda ısrar etmek zorundayım. Günümüzde
Shakespeare’i bilmeyen biri olduğunu zannetmiyorum. Kimimiz için Shakespeare,
eserlerini anlamak yahut onların yalnızca tadını çıkarmak için kelimelerinin
arasında kendimizi kaybettiğimiz bir zattır, kimimiz için akla hayale
gelmeyecek oyunlar ortaya koymuş bir dahidir, kimimiz içinse lisede bir-iki
eseri bize zorla okutulmuş, anlaması imkansız ve gereksiz bir sıkıntıdır. Bakış
açımız her ne olursa olsun, 1564 yılında doğan İngiliz bir şairin eserleri hâlâ
hem okunuyor, hem oynanıyorsa, o zaman bu eserlerin her iki temsilinde de
görülmeye değer, insanlara haz veren birtakım unsurlar olmalı, öyle değil mi?
Lakin bu unsurlar yalnızca Shakespeare’in
oyunlarında mı görülür? Elbette hayır. Bu unsurlar asında daha pek çok yazarın
eserlerinde de yer alır. Bu yazarların en bilinenlerinden biri de Federico
Garcia Lorca’dır. Lorca, 5 Haziran 1898’de doğan İspanyol bir şair, oyun
yazarı, ressam, piyanist ve bestecidir. Gelmiş geçmiş en büyük İspanyol
şairlerden biri sayılan Lorca, 1928’de yazdığı Çingene Baladı (Romancero Gitano) ile ün kazanmıştır. Lorca bundan
sonra yazdığı her eserinde gerek politik, gerek ahlaki modernliğin savunucusu
ve öncüsü olmuştur. Bu da, doğal olarak, zamanının politik eğilimlerini ve
doğrudan doğruya kilisenin kendisini eleştirmesine yol açmıştır. Bu
eleştirilerine bir de açık bir şekilde eşcinsel olmasını da eklersek, Katolik
Kilisesi ile arasının neden açıldığını iyice bir anlamış oluruz. İspanya’nın
işçi ve aydın sınıfı ile burjuvazisi, kilisesi ve ordusu arasında çıkan İç Savaş’ın
daha ilk yılında, yani 1936’da, Lorca’nın ordu mensupları tarafından neden
öldürüldüğünü anlamaksa hiç güz olmaz bu durumda. Eh, böyle bir adamın eserlerinin,
1939 İspanyası’nda, yani İç Savaşı burjuvazinin ve ordunun kazandığı yılda reva
görmemiş olmasına da şaşmamak gerekir. Ancak, neyse ki, bu büyük adamın
eserleri, o günlerin kanlı ve tozlu topraklarına gömülüp, unutulmamıştır.
Bedenen öldürülen bu aydının fikrî ve insani mirası günümüze kadar ulaşmıştır.
Lorca’nın 1926’da yani savaş başlamadan yazdığı Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı (La Zapatera Prodigiosa) da bu
durumun en iyi örneklerinden birisidir.
Lorca “Ayakkabıcının
Şaşılacak Karısı”nı her ne kadar 1926’da yazmışsa da, oyun ilk defa 1930’da
sahneye konmuştur. Yazıldığı zaman çerçevesinde son derece modern ve, bir
bakımdan, feminist kabul edilen bu oyun on sekiz yaşında genç bir kadının, elli
üç yaşında bir ayakkabıcyla olan evliliğini anlatır. Normalde bir trajedi
konusu olarak algılayacağımız bu mevzuu, bu oyunda hiç de öyle değildir. Çünkü
ayakkabıcının karısı aslında ayakkabıcıyı sevmektedir. Ancak aralarında bu
kadar yaş farkı olan bu çiftin pek çok anlaşmazlıkları vardır. Öyleki, bu
anlaşmazlıklar ayakkabıcıyı, peşinden her erkeği koşturacak kadar güzel olan
karısının onu sevmediğine, hatta onun, kendisini aldattığına ikna etmiştir.
Şüphelerini artık somut gerçeklik olarak kabul eden ayakkabıcı, artık bu duruma
katlanamaz ve karısını terk eder. Bir başına kalan kadın geçinebilmek için o
zamanlarda bir kadın için belki de asla düşünülemeyecek bir şeyi yapmak yani
bir kafe açmak zorunda kalır. Kadın bu kafede çalıştığı müddetçe de kasabada
başı boş gezen genç adamdan, kasabanın yöneticisine kadar herkes onun kalbini
kazanmaya çalışır. Lakin kadın, kocasına sadık kalmaya kararlıdır. Aslında bunu
ona duyduğu sevgiden mi yapar yoksa dönemin iffet ve edep anlayışından mı
dolayı, orası tartışılır. Şahsen, ben kadının adının hem kocasının onu terk
etmiş olmasından, hem de erkeklerden devamlı gördüğü ilgiden ötürü zaten
çıktığı için, bu kararında iki durumun birden etkisi olduğunu düşünüyorum.
Oyunun sonunda ayakkabıcı bir kuklacı kılığına
girip, kasabaya geri döner. Kılık değiştiren kocasını o halde tanıyamayan
kadın, kocasıyla sohbete koyulur. Ayakkabıcı karısının ona bunca zaman sadık
kaldığını ve onu aslında ne kadar çok sevdiğini öğrendiğinde galeyana gelir ve
kim olduğunu ifşa eder. Bu da oyunun bence en eğlenceli ve dolu sahnesiyle yani
kavga, gürültü, özür dilemeler ve tamamen aşkla dolu bir sahneye sonlanmasını
sağlar. İtiraf etmeliyim ki bu son sahneyi ilk okuduğumda onun bu kadar
hareketli olmasını beklemiyordum. Bunun nedeniyse hem bundan önceki sahnelerin
daha yavaş olmuş olması, hem de Lorca’nın oyun boyunca kullandığı şairane dil
idi. Eh, İspanya’nın en büyük şairinin tiyatro oyunlarına o kavi dilinin tüm
yönlerini ve güzelliklerini yansıtmaması düşünülemez, ne de olsa. İnanabiliyor
musunuz, adamla kadın o sahnede kavga ediyor, gülüyor, öpüşüyor, ben “şu dilin
güzelliğine bak,” diye okuyorum o anı... Elbette bu, Lorca’nın orada cereyan
eden hisleri karakterlerine yansıtamadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine, bunu
fazlasıyla başarmış. Lakin, İspanyol dilinin cevherlerini öyle bir kullanmış ki
okuma delisi olan “ben”in o ana edebi bir göz dışında bir gözle bakmam mümkün
olmadı, olamadı.
Bu sebeple, New York’ta yer alan ve yalnızca
İspanyol ya da Latin oyunları İspanyolca sahneleyen Repertorio Espanol’un “Ayakkabıcının
Şaşılacak Karısını” sahnelediğini öğrendiğimde oyuna, hiç değilse farklı
bir bakış açısı kazanabilmek namına, gitmek zorundaydım. Daha önce Repertorio’nun Van Lier Yönetmenlik
Bursu’nu kazanan Andres Zambrano’nun yönettiği oyuna giderken yegâne korkum
İspanyolcam’ın oyunu anlamam yetecek bir düzeyde olmamasıydı. Küçük salondaki
yerimi bulduğumdaysa bu korkumun ne kadar gereksiz olduğunu fark ettim. Zira
salondaki her koltuğun önüne, seyircinin görüş alanını kapatmayacak bir
hizaya, isteyenlerin ingilizce alt yazı okuyabilecekleri minik ekranlar
yerleştirilmişti. Eh, ben bir yandan sevinedurayım, bir yandan ya alt yazılar
oyunu izlememe mani olursa diye endişeleneyim, bir yandan da, sen de takacak
yer arıyorsun diye kendime kızadurayım, ışıklar kapandı ve oyun başladı.
Oyun tam bir kahkaha, renk ve duygu cümbüşüydü.
Kullanılan kelimelerin hepsi kaçınılmaz olarak Lorca’nın şiirselliğini
taşıyordu. Ancak bu oyuncuların dudaklarından dökülen kelimeler yepyeni bir
boyut, bir tat, bir hayat kazanıyordu. Her yer insanların kahkahalarında
kırılıyor, yer yer ise salon göz yaşlarıyla doluyordu. Mesela oyundaki küçük
bir kızın bir kelebekle ilgili bir şiir okuduğu bir kısım vardı. Ben bu kısmı
okuduğumda hem duygulanmıştım, hem de için için gülümsemiştim kızın orada öne
çıkan o masumiyetine. Oysa sahnede o kız, o şiiri gür ve yaşı için fazlasıyla
büyüleyici bir sesle, şarkı olarak söylediğinde, geçin kızın masumiyetine
gülümsemeyi, yaşlar yanaklarımdan ip ip akıyordu. Kim bilir, belki de aynı
sahneyi başka bir yerde izleseydim, tepkim bambaşka olacaktı. Tıpkı buradaki
tepkim, oyunu okurken ki tepkimden farklı olması gibi... Bu oyunun bu yorumunu
görmeye fırsatınız olur mu, olmaz mı, bilemem. Ancak dilerim ki yakın bir
zamanda “Ayakkabıcının Şaşılacak Karısı”
ya da Lorca’nın başka bir oyunu İstanbul’da sergilenir de hep beraber
gidebiliriz. O zamana kadar ben Lorca’nın zarif kelimelerinin arasında kendimi
kaybetmeye ve tiyatro tiyatro gezmeye niyetliyim. Ya siz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder