“Benim
sanatım boşluk ve bu boşluğun içinde yaşayan sanatla ilgili. O boşlukla nasıl
yüzleştiğiniz ve derinliğini nasıl ölçtüğünüzle ilgili. Görmekle ilgili.” James
Turrell
Sanatın ne olduğu uzun zamandır kafamı kurcalayan bir problem. Sanatı nasıl
tanımlayabiliriz? Günümüzde ne “sanat” olarak kabullenilebilir?
Gördüklerimizden hangisi boşluk doldurmadır, hangisi gerçek sanattır? Bu
soruları cevaplandırmanın zorluğunu, hatta imkansızlığını düşündükçe omuzlarıma
abanan bir ağırlık hissederim. Çünkü basmakalıp tanımlamalar artık kesmiyor
beni. “Sanat güzellikle ölçülür” ya da “Sanat düşündürendir” gibi. Artık “güzel”in
tanımını kaybetmişiz gibi hissediyorum. Ve merak ediyorum; herkesin farklı
algıları ve, dolayısıyla, farklı güzellik anlayışları olan bir toplumda “güzel”i
hiç gerçek anlamda tanımlayabildik mi, diye. Bizi düşündüren sanata gelince...
Her sanat eserinin bizi düşündürmesi mi gerekir? Bir eser bizde yoğun duygular
uyandırıyor ama derin bir düşünceyi kıvılcımlandıramıyorsa “sanat” değil midir?
Neticede demek istediğim şu; Bence biz, sanatın ne olduğunu bir toplum olarak
tam anlamıyla bilmiyoruz. Sorulardan oluşan bir duvar var önümüzde ve onu
aşmaya çalışıyoruz. Ve her deneyişimizde duvar uzuyor ve dikleşiyor. Tutunmak
zorlaşıyor. Sizi bilmem ama ben kolay kolay pes edecek tiplerden değilim. Nasılsa
bir kere tırmanmaya karar vermişim... Zaten bu kararım sebebiyle bu hafta sonu,
normalde gitmeyeceğim bir sergiye gittim. Yani New York’un Guggenheim Müzesi’ndeki
James Turrell Sergisi’ne.
Normalde ışık sergileri hiç ilgimi çekmez. İstemsiz yüzümü ekşitirim böyle
bir fikre. Belki benim ki biraz dar görüşlülük. “Denemeden bilemezsin,” boşuna
söylenmiş bir atasözü değil ne de olsa. İşte bunu tekrar edip duruyordum Guggenheım’a
doğru yola çıktığımda. Müzeye vardığımda bir an öylece kalakaldım. Önümde,
müzenin dışına kadar taşan bir sıra vardı. Ve sıradaki herkes James Turrel Sergisi
için buradaydı. Eee, ne de olsa sergi 25 Eylül’de son bulacaktı. Geçirdiğim bu
minik şoktan sonra ben de bu uzun kuyruğa katıldım ve gözlerimi bu garip binaya
diktim. Neden garip, diye soracak olursanız, Guggenheim bildiğimiz kutu-binalardan
değil. Ona silindir-bina demek daha doğru olur. Ya da basık silindir-bina.
Eskiden bir otomobil sergi salonu olan ve 1937’de açılan Guggenheim Müzesi
aslında McDonalds’dan alınan o spiral dondurmalara benziyor. Aynı şekil, aynı
beyazlık, yalnızca daha pürüzsüz... İçeride ise üst katlara ulaşmak için spiral
bir yokuşu tırmanmak gerekiyor. Fakat, işe bakın ki benim o yokuşu görmeme daha
çok vardı. Zira sıra ilerlemek bilmiyordu. Şimdi yapabileceğim tek bir şey
vardı (vazgeçip, geri dönmek dışında yani): Beklerken, önceden Turrell ile
ilgili yaptığım araştırmaya bir göz atmak.
James Turrell 9 Mayıs 1943’te, Kaliforniya’da doğdu. Nispeten varlıklı olan
anne babası “Quakers” adlı bir Hristiyan mezhebine mensuptu. Bu mezhep 17. Yüzyılda,
İngiltere’de ortaya çıkmıştı. Mezhep üyeleri, inançları gereği, birbirlerine,
herhalde en doğru tercümesi “zat-ı
aliniz” olan “thou” ile hitap ederlerdi. Düşünüyorum da bir İstanbullu olarak
böyle bir mezhep üyesi olsaydım ne olurdu? Herhalde bir arkadaşımla yahut bir
yabancıyla konuşurken, ona yanlışlıkla “zat-aliniz” diye hitap etseydim “Çattık
delinin tekine,” diye bana bakar, sonra da yanımdan sıvışırlardı! Mezhep
üyeleri aynı zamanda hiçbir savaşa katılamaz, küfür edemez ve içki içemezlerdi.
Mezheplerine, kendi aralarında “Dini Arkadaşlıklar Topluluğu” derlerdi. İşte bu
ilginç mezhebin bir parçası olan Turrell ailesi, oğullarını da bu inanışa göre
yetiştirmişlerdi.
Turell 16 yaşındayken pilotluk lisansını aldı. Bundan sonra sık sık
madencilik bölgelerine yük taşıdı. 1965’te, Kaliforniya’nın Pomona Üniversitesi’nde
psikoloji, perspektif, matematik, jeoloji (yerkürenin yüzey yapısını ve
geçirdiği değişimleri inceleyen bilim dalı) ve astronomi dersleri aldı. 1966’da
gençleri Vietnam Savaşı’na katılmaktan nasıl yırtacaklarına dair eğitirken
yakalandı. Bu sebeple bir yıl hapiste yattı.
Ben bu bilgilerin üzerinden geçerken biri omzuma dokundu. Başımı kaldırdım.
Sıra bana gelmişti. Hemen biletimi aldım ve içeri daldım. Sergi yalnızca üç “gösteri”den
oluşuyordu. İlki Guggenheim için özel olarak tasarlanmıştı. Çünkü bu gösteri
müzenin spiral yokuşunu bir odak noktası haline getirmişti. Nasıl mı? Müzenin
tam ortasına birtakım minderler konmuştu. Normalde, minderlerin olduğu yer
boştur ve orada durup, yukarı baktığınızda yokuşun, bir sarmaşık gibi nasıl
döne döne yukarı tırmandığını görebilirdiniz. James Turrell bunu bildiği için
sarmaşığın stratejik noktalarını ışıklandırmıştı. Bu şekilde, minderlerin
üzerine uzanıp, yukarı baktığınızda sarmaşığı bambaşka bir şekilde görmenizi
sağlamıştı. Yükselen her kat daha koyu tonlara ve gölgelere bürünmüştü. Değişen
renklere göre kâh Cennet kadar uzakta, kâh dokunabileceğiniz kadar yakında
duruyorlardı. Renkler o kadar yavaş değişiyor ve birbirlerinin içine akıyordu
ki evrim tamamlanana kadar onun farkına bile varmıyordunuz. Bir de bakıyordunuz
ki deminki ebedi beyazlık tüm salonu kaplayan bir maviliğe dönüşmüş. Ve o
mavilik gittikçe koyulaşıyor; gökyüzünden, okyanusa dönüyor. Tepenizdeki
hareler artık ufuk noktasını hatırlatmıyor size. Hayır, onlar artık okyanusta
dairesel şekilde yayılan dalgaları andırıyor. Aynı su gibi titreşiyorlar. Sanki
ışığın yapısını değiştiriyorlar.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Turrel’in diğer iki gösterisini ilki kadar
etkileyici bulmadım. Elbette ilginç yanları vardı ama bende o ilk gösterinin
yarattığı nefes kesici etkiyi yaratmadılar. Belki de o ilk eseri en son görmüş
olsaydım bu hayal kırıklığını tatmazdım. Belki de bu yüzden, neyi, ne zaman,
nasıl gördüğünüz, ne gördüğünüz kadar önem taşıyabilir.
Bu iki eser aslında birbirlerine çok benziyordu. Mantıkları aynıydı,
yalnızca şekilleri biraz farklıydı. Bir üst katta iki oda vardı. Odalardan
birinde, iki duvarın kesiştiği nokta dikdörtgen bir ışıkla aydınlatılmıştı. Bir
diğer odadaysa başka bir duvarının, başka bir kesimi kare bir ışıkla
aydınlatılmıştı. Pek basit, öyle değil mi? Az ilerde bu iki ışıklandırmanın
siyah-beyaz fotoğrafları asılıydı. Ancak fotoğrafların her birinin aynı şeyi
çekmiş olmasına rağmen ortaya çıkardıkları manzaralar çok değişikti. Zira
fotoğraflar o kadar farklı açılardan çekilmişti ki ışıklandırmaları resmen
kendilerine oyuncak yapmışlar, şekillerini ve kapsadıkları alanları devamlı
değiştirmişlerdi. Dikdörtgen ışıklandırma kimi zaman tepesi kesilmiş bir dik
üçgene benziyor, kimi zaman genişliyor, kimi zamansa iki duvara birden
yayılıyordu. Kare ışıklandırmaysa iki de bir de yer değiştiriyor; bir tavana
değiyor, bir yere düşüyordu. Bir fotoğrafta, kare, bir küpe dönüşmüştü.
Diğerinde açık bırakılmış bir deftere benziyordu.
Evet, bu ışıklandırma ve fotoğraf sergisi, renk oyunları kadar göz alıcı
değildi. Ancak kendince enteresan bir yanı yok değildi. Ortaya koyduğu farklı
manzaralar insanı biraz allak bullak ediyor ve yepyeni sorular doğuruyordu. Ve
duvarımız daha da uzuyordu. Algılarımıza ne kadar güvenebileceğimizi sorgulamamıza
yol açıyordu, mesela. Ya da bir mesafeyi tartarken onu ne kadar doğru
algıladığımızı. Işığı ve boşluğu bambaşka şekillerde değerlendirebileceğimizi
fark ettim bu sergiyle birlikte. Hatta gerçekliği. Zira gerçekliği algılarken
duyularımıza, bilhassa görme yetimize güveniyoruz. Bu yetimiz için en mühim
öğelerin ışık, boşluk ve renk olduğunu inkar edemeyiz. Bu durumda, bakış
açılarımız değiştikçe bu öğeleri farklı algılayabiliyorsak, etrafımızda gördüğümüz
gerçekliği farklı şekillerde algılayamaz mıyız? O zaman, gözlerimizin bize
sunduklarının “gerçek” olduğunu nereden bilebiliriz?
Söylediklerimin biraz kafa karıştırıcı olabileceğini farkındayım. Eh, sizin
değilse bile kendi kafamı biraz karıştırmayı başardım. Gerçi benim kafam
karıştırmaya ve kurcalamaya pek müsaittir, ama olsun. Bu yüzden bu konudan
kopacağım ve günün sorusunu patlatacağım (tekrar patlatacağım demek daha doğru
olur sanırım): James Turrell’in ortaya koyduğu bu Yakalamaca Gösterisi ve
benzeri gösteriler sanat sayılabilir mi? Bu tip sergiler günümüzün sanat
anlayışı içinde yer sahibi midir? Gördüklerimi göz önünde bulundurunca bu
soruya “evet” cevabını vermek istiyorum. Ancak bu eveti derken sesim biraz
titriyor. O yüzden seçimi size bırakıyorum. Ödev veren bir öğretmen gibi
algılanma riskini göze alarak şunu da eklemek isterim; Dilerseniz fikrinizi
bana yorum olarak gönderebilirsiniz. Hep siz benim konuşmamı dinliyorsunuz.
Sesim yoruldu. Biraz da ben sizin konuşmanızı dinleyeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder