Türkülerin tadı bir başka oluyor. Başka türlü bir şey tütüyor ezgilerinde,
sözlerinde. Ekseri, bir özlem, tutku, aşk var tınılarında. Enstrümanların acı
acı inleyişi, ayrılığın yanık sesi, uzaklardan yükselen. Bir şey düğümlenir
boğazınızda güzel bir türküyü dinlerken. Çünkü bilirsiniz, dinlediğiniz o
acının, yanıklığın yahut neşenin kaynağının her şeyden önce insan olduğunu.
İnsan, her şeyiyle türkülerin içine işlemiş, dile getiremediklerini türkülerin
içine akıtmış, yoğurmuştur. Bunun en dokunaklı örneklerinden biri de geçtiğimiz
gün gündemimize düşen Vardar Ovası Türküsü ’dür.
Vardar Ovası’nın
kökeni aslında taa 1371’e, yani 1. Murat Dönemi'ne dayanır. 26 Eylül 1371’de,
adını doğru telaffuz ettiğimi umduğum Sırp Kralı Joven Ugljesa’nın, Edirne
üstünden Osmanlı'ya saldırmasıyla Çirmen Savaşı başlamıştır. Sultan
Murat bu sırada Anadolu’da olduğundan Osmanlı Kuvvetleri, Sırp Ordusu’nun
Çirmen mevkiine kadar ilerlemesine müsaade etmiştir. Zira, Sırp Kuvvetleri’ne
nazaran daha az kişiden mürekkep Osmanlı Kuvvetleri, Çirmen’in onlara stratejik
bir avantaj sağlayacağını düşünmüşlerdir. Bu taktik sebebiyle de Çirmen’in
gerisine pek çok göç olmuştur.
Rivayete göre, göçmenlerin arasında çok güzel
bir kız varmış. Göçmenler, Çirmen’in gerisine ulaştıklarında sonradan
Sadrazam olacak olan Çandarlı Ali Paşa bu kıza vurulmuş ve, çaresiz, onu
himayesine almıştır. Kızcağız da ne yapsın? Bir savaşın çıkmasıyla her şeyini;
toprağını, evini, her gün geçtiği yolları, izlediği bulutları, ihtimal, tanıdığı
simaları bile kaybetmiş, hiç bilmediği yerlere gelmiş. Ne bir tanıdığı kimsesi
var, ne de başını sokacak bir evi! Ya anası, babası, dersiniz... Türküden bir
annesi olduğunu çıkarmak mümkün. Ancak babasının olduğunu zannetmiyorum. Gerçi “Efendimin sağ gözüyüm,” sözlerine
bakıldığında bunun aksi düşünülebilir. Lakin, ben bu “Efendi”yi Çandarlı Ali
olarak yorumlamayı tercih ediyorum. Çünkü bu hem Çandarlı’nın kızı sevdiğini ifade edebilir, hem de kızın, “Efendi”ye birtakım
hisler beslediğini düşündürebilir. Tabi, bu yalnızca benim yorumum. Farklı
şekilde düşünüyorsanız türküyü kendiniz dinlemekte ve bana “Sen de fazla
romantiksin, a kızım,” diye takılmakta serbestsiniz!
Çirmen Savaşı, tahmin
edebileceğiniz gibi, Osmanlı’nın zaferiyle son buldu. Bu vesileyle Osmanlı
Drama, Kavala ve Serez gibi Yunan mevkilerini ele geçirdi. Böylelikle
Makedonya’ya da yol açıldı. Zaten Çirmen Savaşı’nın, Balkanlar’a çıkan kapıyı
açtığının söylenmesi bundandır. Belki de Sultan Murat, Kral Ugljesa’ya teşekkür
etmeliydi, topraklarını genişletme fırsatını ona bu kadar çabuk verdiği için.
Tabi ruhlarla konuşamadığı sürece bunu yapması pek olanaksızdı. Çünkü kral ve
kardeşleri 26 Eylül 1371’de, yani muharebenin ortasında, hayatlarını
kaybetmişti. Ancak kardeşlerin öldükleri gün, onların aynı zamanda ölümsüzlüğe
imza attığı gün oldu. Zira bu savaşla Sırp tarihine birer kahraman olarak
geçtiler ve bugüne değin okunan pek çok destana konu oldular. Yenmek ya
da yenilmek önemli değildi burada. Önemli olan savaşmak, o
askerlerin arasında olmak ve onlarla birlikte kan akıtmaktı. Ve üç kardeş de
bunu layığıyla yapmıştı.
Osmanlı Güzelimiz’e
gelince... Savaşın sonu her ne olursa olsun, onun için iş işten geçmişti. O
geri dönemezdi. Varsa, ailesi gitmekte serbestti, büyük ihtimalle de gitmişti.
Ama o... Bahçesinde açan çiçekleri, toprak yollarda koşturan komşu çocuklarını,
hiç birini bir daha göremeyecekti. Yurduyla artık tek bir bağlantısı Mayadağ'ından kalkan kazlardı. Onlar,
onun ulakları ve Vardar Ovası Türküsü ’nün başlangıcıydı. İşte, bu vatan
özlemiydi Osmanlı Güzeli’ne türküsünü yaktıran, kaçamayacağı bir kadere
bağlayan. Ömründe bu kaderi ve acıyı tatmış, paylaşmış pek çok kişi olmuştur.
Daha pek çoğu da olacaktır. Bu yüzdendir ki Vardar Ovası 1371’den beri hayatta
kalmıştır. Ezgisiyle, melodisiyle, gizli serzenişleriyle bu duyguları,
kaçınılmazlığı ve insanları yakaladığı için. Her bir notası tüm bunların
yoğunluğuyla titrediği ve titrettiği için.
Gelgelelim, Vardar
Ovası’nın bu kadar tuhaf bir şekilde gündemimize oturmasına. Türkü, malum,
aşağı yukarı 642 yıllık. 1371’de yazı Osmanlı’da pek yaygın olmadığından biçare
bir kızın dudaklarında dökülmüş ve uzunca bir zaman dilden dile dolaşmış,
günümüze kadar gelmiş. Durum böyle olunca, kimi kelimelerin unutulması, yahut
yanlış hatırlanması doğaldır. Bence tartışılan bu “Kazanamadım sıla parası,” sözlerinden doğan, problem demek
istemiyorum çünkü buna problem denemez ama hadi şimdilik bu kelimeyi kullanalım, problem bundandır. Sıla kimi yerlerde Başlık parası, kimi yerlerdeyse Rakı
olarak geçmektedir. Türkünün altında yatan hikayenin gerçek olduğunu
farz edersek (çünkü bunu yüzde yüz teyit etmemizin bir yolu yok, tabi bir zaman
makineniz varsa o ayrı hikaye) asıl kalıbın başlık
parası olduğunu düşünmek zor. Elbette, sevdiğine, başlık parasını
toplayamadığından kavuşamayan bir gencin türküyü duyup da kendi bedbahtlığına
uyarlamış olması da mümkündür. Rakı
tartışmasına gelince...
O zamanlar rakı var
mıydı, yok muydu, bilemiyorum. Ama oyumu “yoktu” yönünde kullanmayı tercih
edeceğim. Ancak, olsaydı ve nakaratta geçen “Kazanamadım rakı parası,” olsaydı ne fark ederdi? Rakı sözünü
duyduğumuzda sarhoş mu olacaktık? Ya da, gerçekten de, türkü söylendiği anda
“Tamam, arkadaşlar rakı istiyor,” denilecek ve kadehler masamıza mı
uçurulacaktı? E, iyi de ben bu yazıyı yazarken bu türküyü en az beş kere
dinledim. Daha önce de dinlemişliğim var. Hani nerede benim rakım? Anlaşıldı.
İş başa düştü gene. Hazır, meze soframızı kurmuşuz. Hepimiz nostalji yapmaya,
eski anıları yad etmeye hazırız. Akıllı bir arkadaşımım dediği gibi tam bir “efkar sofrasına” doğru gidiyoruz.
Birimiz garsona işaret etsin... Hah! Abicim, hepimize birer kadeh rakı lütfen.
Bol buz da getir. Kavunu da unutma ha! Eee, arkadaşlar? Katılmaz mısınız
soframıza?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder