İnsanlar, özgürlüğü, çoğunlukla gökyüzüyle özdeşleştirir. Bir kuş gibi,
derler, mesela bir kaçış yolu aradıklarında. Oysa deniz de bir o kadar
özgürlükle bağdaştırabildiğimiz, gizemli bir varlıktır. Gizemlidir, çünkü pek
çok şey barındırır mavi karanlıklarında. İnsan gözünün değmediği güzellikler
onun dalgalarının arasındadır. Ama her zaman kolay değildir onlara ulaşmak.
Zira deniz, tatlı bir ezgiyle titreşirken, birden hırçınlaşan yardır.
Derinliklerinde kimseye kadir olmayan sırlar, ufuklarında keşfedilmemiş
diyarlar vardır. Belki de bu yüzden denize çekilir insanlar. Tüm bu esrarın
onlara seslendiğini duydukları için. Lakin bu çağrıya herkes cevap veremez.
Kimisi kara adamıdır, toprağını bırakamaz. Kimisiyse geri durur, yâra sadece
gözleriyle kavuşmayı yeğler. Oysa kimileri vardır ki sanki denizle bir
bütündürler. Korkusuzca, heyecanla, sevinçle açılırlar sonsuzluğuna. Denizlerin
çocuklarıdır yelkenciler. Onlar için öyle bir tutkudur ki bu, yelkencilik artık
onların yaşamlarının bir parçası, hatta yaşam tarzı haline gelmiştir. Bu
olguyla daha önce Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinde tanışmıştım. Gerçekliğine bizzat tanıklık etme fırsatını ise ancak bu yaz yakalayabildim. Nerede
mi? Merhum Prof. Dr. Süleyman Dirvana anısına düzenlenen 1. Bozburun Yelken
Festivali’nde.
Peki, kimdi Süleyman
Dirvana? Onuruna neden bir festival düzenleniyordu? İstanbul’un en önemli
doktorlarından biriydi. Çapa Tıp Fakültesi’nden emekli olduktan sonra eşi
Zeynep Hanım ve oğlu Edhem ile birlikte Bozburun’a yerleşmişti. “Mavi Yolculuk”
fikrini ilk hayata geçiren Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’tan bile önce Türk
koylarını keşfe çıkmış bir denizciydi. Yelken sporunun Türkiye’deki öncüsü,
piriydi. 5 Haziran 2010’da hayata veda etmişti. Festivali, Süleyman Bey’in oğlu
Edhem düzenliyordu. Onu, aslında, babasının ölüm yıldönümüne denk düşürmek
istiyordu. Ancak tam da bu tarihlerde Gezi Parkı Olayları patlak verdiğinden,
planlarını 27 – 28 Temmuz’a ertelemeyi uygun bulmuştu. Temmuz’un sonuna doğru
tüm hazırlıklar yapılmıştı. Yarışlar Zeynep Hanım ve Edhem Bey’in işlettiği
Bozburun Yat Kulübü’nde gerçekleşecekti.
Festivalden bir önceki
gün kulüp izleyicilerle ve yelkencilerle tıka basa dolmuştu. Sonunda
büyük gün geldi çattı. Denizciler teknelerine atladı ve başlangıç noktasına
doğru ilerlediler. Pozisyon almaları, doğal olarak, bir vakit sürdü. Çünkü, hem
birbirlerine engel olmadan manevra yapmaları gerekiyordu, hem de deli gibi esen
rüzgarla cebelleşmeleri. Gerçekten de, rüzgar o kadar şiddetliydi ki pek çok
yelkenli koylarından ayrılamamış ve ilk yarışmaya katılamamıştı. Fakat o günkü
altı teknelik yarışta hiç de öyle hafife alınacak yarışmacılar yoktu. Örneğin
Türkiye’nin ilk kadın kaptanlarından Necla Öney, Denize II adlı teknesiyle pozisyonunu almıştı bile. Teknede de
yalnız başına değildi. Zira bir tarafta kızı Banu Öney dümen tutarken, diğer
tarafta torunu Deniz Güney teknenin balonuyla meşgul oluyordu.
Yarışmaya katılan
tanınmış isimlerden bir diğeri de “Ezel” ve “Karadayı” dizilerinden tanınan
Kenan İmirzalıoğlu’ydu. İmirzalıoğlu elbette yılların yelkencisi değildi.
Ancak festivalin hazırlanmasında Edhem’e yardımcı olan Harman Yachts’ın inşaa
ettiği “Harman”ın tayfasından biriydi. Hatta yarışma sırasında teknede dümen
bile tuttu. Eee, ne de olsa festival acemi-profesyonel herkese açıktı. İmirzalıoğlu’nun
böyle bir fırsatı kaçırması bir hata olurdu. Valla, ben de aynı fırsatı
yakalasaydım, herhalde kendimi güvertenin birine atardım. Gerçi tayfadan birine
mani olmak düşüncesi beni bundan alıkoyabilirdi. Ama yine de...
Elbette, Edhem’in , babasının
adına düzenlediği yarışa dahil olmaması düşünülemezdi bile. Aslında o,
festivale F-1 model bir yarış katamaranıyla katılacaktı. Ama aksiliğe bakın ki
festivalden kısa bir süre ince katamaranın direği kırıldı. Edhem de çareyi
yarışa babasının eski teknesi Seddülbahir
ile katılmakta buldu. Seddülbahir tam
üç yıldır deniz yüzü görmemişti. Daha ilk bakışta eski ama son derece dirayetli
olduğu anlaşılıyordu. Yelkenleri henüz açılmamışken bu kadar romantik ve sakin
görünen Seddülbahir’in yarışlar
sırasında bu kadar savaşçı ve neşeli durması akıl alır şey değildi! Artık
yelkenleri Süleyman Bey’in nefesiyle dolduğundan mıdır, yoksa Edhem’in
coşkusunun rüzgara aksetmesinden midir, bilemeyeceğim. Belki de ikisi
birdendir... Belki de bunlara, üç yıldır sessizliğe gömülmüş, yârından ayrı
kalmış bir ruhun helecanı da eklenmiştir. Yelkenlinin de ruhu mu olurmuş,
demeyin sakın! Olmasaydı denizciler neden teknelerine “kızımız” diye hitap etsin
ki?
İtiraf etmeliyim ki
festivalde gördüğüm tüm tekneler arasında Seddülbahir
en güzeliydi. İnsanı tam anlamıyla büyüleyen bir yanı vardı onun. Ne kadar
güzel, büyük, ihtişamlı tekneler vardı orada! Ama hiç biri Seddülbahir kadar etkileyici değildi. Tabi, benim böyle düşünmemde Seddülbahir’in geçmişini bir parça
biliyor olmamın etkisi olabilir. Birazını anlatıyayım da siz karar verin: Seddülbahir 1920’de, ülkemizin ilk gemi
inşaat mühendislerinden Harun Ülma tarafından yapılmış. Süleyman Dirvana, onu 1950’de,
karada çürümeye terk edilmiş bir vaziyette bulmuş. Süleyman Bey tekneyi
onardıktan sonra hem onunla yarışlarda önemli dereceler kazanmış, hem de
ailesiyle İstanbul’dan, Bozburun’a defalarca gidip gelmiştir.
Teknenin adının neden Seddülbahir olduğuna gelince... Seddülbahir, Çanakkale Savaşı'nın en önemli cephelerinden biriydi. 25 Nisan 1915'te, İngiliz ve Fransız Kuvvetleri buraya beş farklı noktadan (Sığıririna Koyu, Ertuğrul Koyu, Teke Koyu, İkiz Koyu, Zığındere Koyu) çıkartma yapmıştı. İki tarafın da ağır kayıplar verdiği savaşın sonunda, yani Haziranın sonlarına doğru, düşmanın ilerlemesi durdurulmuş ve çıkarma başarısız kılınmıştı. Süleyman Dirvana da, askerliğini, tarihi açıdan bu kadar büyük ehemmiyeti olan Seddülbahir'de yapmıştı. Askerliğini tamamladığında, Seddülbahir'e öylesine gönül vermişti ki, teknesine onun adını vermekle kalmamış, öldüğünde buraya gömülmeyi vasiyet etmişti. Süleyman Bey'in bu son isteği de yerine getirildi. Kendisi 8 Haziran 2010'da, Seddülbahir'de defnedildi.
Teknenin adının neden Seddülbahir olduğuna gelince... Seddülbahir, Çanakkale Savaşı'nın en önemli cephelerinden biriydi. 25 Nisan 1915'te, İngiliz ve Fransız Kuvvetleri buraya beş farklı noktadan (Sığıririna Koyu, Ertuğrul Koyu, Teke Koyu, İkiz Koyu, Zığındere Koyu) çıkartma yapmıştı. İki tarafın da ağır kayıplar verdiği savaşın sonunda, yani Haziranın sonlarına doğru, düşmanın ilerlemesi durdurulmuş ve çıkarma başarısız kılınmıştı. Süleyman Dirvana da, askerliğini, tarihi açıdan bu kadar büyük ehemmiyeti olan Seddülbahir'de yapmıştı. Askerliğini tamamladığında, Seddülbahir'e öylesine gönül vermişti ki, teknesine onun adını vermekle kalmamış, öldüğünde buraya gömülmeyi vasiyet etmişti. Süleyman Bey'in bu son isteği de yerine getirildi. Kendisi 8 Haziran 2010'da, Seddülbahir'de defnedildi.
Masmavi suların
üzerinde altı yelkenli, bembeyaz kanatlarını açmışlar, ufuktan bize selam
veriyorlardı! Görülmeye değer bir manzaraydı doğrusu. Kimi zaman rüzgarı
toplamak için delice bir savaş veriyorlardı. Yelkenler, havayı birden dehşetli
bir ihtirasla kamçılıyorlardı. Bağlı olmasalar değil birinin kafasını uçurmak,
bulutları parçalayabilir, gün ışığını yarabilirlerdi. Ancak bu güç gösterisi
pek uzun sürmüyordu. Denizciler derhal iplere sarılıyor ve yelkenlerin yönünü
ayarlıyorlardı. Beyaz kanatlar böylece tekrar havayla doluyor, gururlu bir
sessizliğe bürünüyordu ve tekneler şaha kalkıyordu.
Yalnız, ne yalan
söyleyeyim, festivalin ikinci günü, ilkinden daha heyecanlı ve büyüleyiciydi. Bunda
hem bu sefer daha çok yelkenlinin katılması, hem de yelkenlilerin zaman zaman
çok daha yakınımızdan geçmesinin etkisi büyüktü. Bir ara tekneler, limanda
oturan bizlere o kadar yaklaştı ki istesek tepemizde açılan martı kanatlarına
dokunabilirdik. Tekne üstüne tekne bizi böyle taçlandırıyor, güneşi, rüzgarla
birlikte esir ediyor, sonra da süzülüp gidiyordu. Bu arada kaptanlar da bizlere
selam vermeyi ihmal etmiyordu. Tabii, biz de alkış tutmayı!
Böyle anlar ne kadar mucizevi
olursa olsun, bir tanesi son derece korkutucuydu. Güzergah gereği tekneler yine
yakınımızdan geçecek ve az ileriden döneceklerdi. Dönüşler sırasında
yelkenliler yan tarafa yatarlar. O kadar ki bu esnada denizcilerin nasıl olup
da patır patır denize dökülmediklerine hayret etmekteyim. Yanımızdan peşi sıra
geçen üç tekne de dönüş için bir hayli yan yatmışlardı. O kadar yakınızdalardı
ki bir an sonra üzerimize devrilecekler ya da birbirlerine bindirecekler diye
yüreğim ağzıma geldi! Neyse ki o keskin ve yatay dönüşler başarıyla tamamlandı
ve ben boş yere heyecanlanmış olmanın rahatlığını yaşadım. Gerçi bundan sonra
azıcık geri çekilmedim desem yalan olur. Ama o ayrı bir mesele.
Ödül töreni 28 Temmuz’da,
öğleden sonra gerçekleşti. Birincilik Harman’a
giderken, ikincilik, yine Harman Yachts’ın
yaptığı Tamerisk’indi. Üçüncülüğüyse Nikki adlı tekne kazandı. Bu Bozburun
Yelken Festivali’nin ilk senesiydi. Ancak hiç de son senesi olacağa benzemiyor.
Zira Edhem bunu geleneksel bir etkinliğe çevirmeyi planlıyor. Bu yüzden,
gelecek yaz yolunuz Bozburun’a düşerse, Yelken Kulübü’ne bir uğramanızı
şiddetle tavsiye ededrim. Hem bu vesileyle Zeynep Abla’nın birbirinden lezzetli
yemeklerini bir tadar, onunla unutamayacağınız bir sohbet fırsatını yakalamış
olursunuz. Bakarsınız bu sohbetinize ben de dahil olurum. Hem bu vesileyle de
tanışmış oluruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder