24 Ağustos 2013 Cumartesi

Kaplumbağa Terbiyecileri


"Modern Sanat" dendiğinde pek çok farklı imge canlanır akıllarda. Bir tarafta performans sanatçıları ve modern dansçılar hortlar, diğer tarafta, bir tabloda birbirine geçmiş çizgi ve renk cümbüşü içinde bir şekil bulmaya çalıştığımız zamanlar canlanır. Ancak, bu iki kelime ortaya atıldığında hiç kimsenin aklına Türkiye'nin geleceğini zannetmem. Kabul edelim ki modern sanat günümüz Türkiye'sinde yeni yeni anlam kazanan, köklenen bir oluşumdur. Beni yanlış anlamayın. Ülkemizde pek çok yetenekli sanatçı olmuştur. Hâlâ da vardır ve olmaya devam edecektir. Lakin, sanatçılarımız, diğer milletlerinkilerle karşılaştırıldığında iç burkucu bir azınlıktadır. Bu üzücü görüntünün sebebi sanatın, tüm dallarıyla toplumun içine işlemesinin gereğinden uzun bir zaman almış olmasıdır. Osmanlı Devleti'ne baktığımızda, hat sanatı gibi dallar son derece gelişmiştir. Buna karşın resim ve heykelcilik gibi dallar değil dallanıp budaklanmak, toplumun içine neredeyse sızamamıştır. Neden mi? Çünkü o zamanlar bir kişinin portresini ya da büstünü yapmak, yani suretini sanatta yakalamak günah kabul ediliyordu. Bu bir çeşit put yaratmak, söz konusu bireyi Allah'a eş koşmak gibi görülüyordu. Bu gerici ve saçma düşünce nedeniyle hiç kimse sanatın gizemli dünyasını tam olarak keşfetmeye cesaret edemiyordu. Belki de hiçbir zaman keşfedemeyeceklerdi... Tabi, biri kalabalığın arasından sıyrılıp, isyanını haykırmasaydı. Kim bilir, Osman Hamdi Bey olmasaydı, tek bildiğimiz sanat hat sanatı olacaktı!
 
Peki,  kimdi Osman Hamdi Bey? Ne yapmıştı da kırmayı başarmıştı bu anlayışı? Bu soruyu bana iki hafta kadar önce sorsaydınız size adam gibi cevap veremezdim. "Bir ressamdı, işte," der, geçerdim. Osman Hamdi Bey hakkındaki bilgisizliğimden kurtuluşumu bir rastlantı eseri bulduğum ve okuduğum bir kitaba, yani Emre Caner'in Kaplumbağa Terbiyecisi'ne borçluyum. Kitap, tahmin edebileceğiniz gibi, bu önemli zatın biyografik romanıydı. Romanın anlatımı kimi zaman biraz kurulaşıyor, tekerrürler paragrafların arasında parlıyordu. Buna rağmen o kadar sürükleyici idi ki kitabı bir günde bitirmem işten bile değildi. Elbette, bu sürükleyicilikte, Osman Bey'in savaşımlarla dolu, çalkantılı bir hayat sürdürmüş olması çok etkiliydi. Zaten hangi aydın vardı ki deli dolu bir hayat yaşamamış olsun?
 
Evet, doğru duydunuz. 1842'de, yani neredeyse iki yüz yıl önce hayata gelen Osman Bey tam anlamıyla bir aydındı. Hem de Osmanlı'nın en çağdaş aydınlarından biri. Yalnızca bir ressam değildi o. Aynı zamanda önemli bir devlet adamıydı. Osmanlı'nın ilk arkeoloğuydu. Değerli bir müzeciydi. Eğitimciydi. Hülasa, üstlenmediği görev, uğruna canla başla çalışmadığı bir emel ve geleceğe dair kapılmadığı bir hülya olmayan bir adamdı.
 
Osman Hamdi yurt dışında eğitim görmüştü. Paris'e hukuk okumaya gönderilmişti. Tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul'a dönüp, devlet hizmetine girecekti. Paşa Babası böyle istemişti. Paris'e ilk geldiğinde hukuk eğitimine başlamasına başlamıştı Osman Hamdi. Ancak kısa süre içinde iki şeyin farkına varmıştı. İlki, hukuk okumanın, onun için kafasına tokmakla defalarca vurmak gibi bir şey olduğuydu. İkincisiyse, asıl yatkınlığının, tutkusunun sanat olduğuydu. Bu keşfin üzerine Osman Hamdi o dönem için akıl almaz bir şey yaptı: Babası Edhem Bey'in isteklerine karşı gelerek hukuk eğitimini boşladı ve Ecole de Beaux Artes'de (Güzel Sanatlar Akademisi) ders almaya başladı. Ve bunu babasına söylemedi. Taa ki aradan aylar, hatta yıllar geçene kadar!
 
Edhem Bey, oğlunun yaptıklarını öğrendiğinde bir parça hayal kırıklığına uğramıştı. İhtimal, öfkelenmişti. Ancak, çaresiz, durumu kabullendi. Tabi, olanları kabullenmesi, oğlunun geleceğiyle ilgili tasarılarını değiştirmemişti. Osman Bey, her şeye rağmen İstanbul'a dönecek ve devlet hizmetine girecekti. Nitekim, öyle de oldu. Yurt dışında on ikinci yılının sonunda Osman Bey, babasının zoruyla eşyalarını topladı ve Paris'te bir aşk evliliği yaptığı karısı Maria'yla (yine o dönemde pek görülmemiş bir şey) yıllardır görmediği baba evine yollandı. Gelişinin üstünden daha bir kaç hafta geçmemişti ki yeni bir haber aldı; Babası ona bir iş ayarlamıştı. Bağdat'a vali olarak atanmıştı.
 
Bu iki gelişmeyi Osman Hamdi Bey tam bir facia olarak değerlendirdi. Onun tek istediği resim yapmak, eserlerini sergilemek, fırçasıyla nam salmaktı. Paris'te bunu yapabilirdi. Paris bunun için en ideal yerdi. Bazı eserleri küçük bir sergide yer almıştı bile. Ama Osmanlı'da aynı şeyi başarmak? Hah! Orada bırakın bir müzeyi, serginin "s"si bile yoktu!  Bağdat'ta da durum pek farklı değildi. Ama olsaydı bile ne fark ederdi? Osman Hamdi, Paris'te bayan öğrencilerle yan yana çalışmaya, insan modeller, hatta nü (çıplak) figürler çizmeye alışmıştı. O, insan bedeninin ve suretinin güzelliğini tuvale aktarmakta yanlış bir şey görmüyordu. Bunda ne gibi bir günah olabilirdi ki? Ama gel de bunu Osmanlı'da anlat!
 
Ne demek oluyordu bu? Osman Hamdı Bey'in sanat hayatının sona erdiğinin mi? Tabi ki de hayır! Aksine, daha yeni başlıyordu. İstanbul'da da olsa, Bağdat'a da gitse resim yapmaya devam edecekti. Eserlerinin sergilenmesi daha uzun bir vakit alacaktı yalnızca. Hepsi bu. Bu zihniyetle yola çıktı Bağdat'a doğru. Ona kara baht gibi görünmüş olabilir o zamanki durumu. Bana sorarsanız, bu yolculuğun Osman Hamdi Bey'in başına gelen en iyi şey olduğunu iddia edebilirim. Zira, Osman Bey, Bağdat'a düşmeseydi onun için önemli akıl hocası ve bulunmaz bir dost haline gelecek olan Midhat Paşa ile tanışamayacaktı.
 
      


Osmanlı'nın yüz yıllar boyu pek çok sadrazamı olmuştur. Ancak, bence hiçbirinin tarihte edindiği yer, Midhat Paşa'nınki kadar büyük olamaz. Eh, dilerim diğer sadrazam beylere haksızlık etmiyorumdur! Ama, söyler misiniz, aralarından kaç tanesi Osmanlı'nın ilk ve tek anayasası olan Kanun-i Esasi'yi hazırlamıştır? Yalnızca Midhat Paşa. Bu anayasanın yürürlüğe girip, padişahı dahi bağlamasını kim sağlamıştır? Midhat Paşa. Bundan sonra sadrazamlığa getirilip, anayasaya uyulup uyulmadığını kim tetkik etmiştir? Gene Midhat Paşa!
 
Osman Bey ve Midhat Paşa tanıştıklarında bu olayların hiçbiri henüz gerçekleşmemişti. O zamanlar, Midhat Paşa yalnızca Bağdat'ta valiliğe atanmış bir devlet adamıydı. İşte bu devlet adamı, Bağdat günlerinde Osman Hamdi'nin en candan dostlarından biri haline geldi. Midhat Paşa, onu yalnızca resme devam etmeye teşvik etmekle kalmadı. Ayrıca, her akşam masa başında fikir yarıştırdığı bir bilgi pınarı oldu, çıktı.
 
Durum böyle olunca, yıllar sonra, 93 Harbi bahanesiyle Kanun-i  Esasi'nin yürürlükten kaldırılmasına ve, daha sonra, Midhat Paşa'nın sadrazamlıktan azledilip, sürülmesine, Osman Hamdi Bey'in üzülmemesi söz konusu değildi. Bana öyle geliyor ki, topraklarımızda ileri görüşlü, aydın insanların kaderi haksızlığa uğramak ve acı çekmektir. Yazıyor musunuz? Buyurun, sizi mahpushanemizde ağırlayalım. Fikirleriniz mi var? O zaman, yurt dışında bir tatile çıkın, dönmemek üzere! Maalesef, Midhat Paşa'nın kaderi de bundan farklı olmadı. Sürgünden döndükten sonra, yani 1881'de, Padişah Abdülaziz'in öldürülmesi onun üzerine yıkıldı ve Midhat Paşa hapishaneyi boyladı. Kısa süre sonra da burada boğularak öldürüldü.
 
Evet, acı kaderler aydın insanların baş tacıdır. Ancak, ilginçtir ki, Osman Bey böyle bir kaderden, ağırlıklı olarak muaf tutulmuştur. Elbette, çok kayıp yaşamış, acı çekmiştir ülkesinde önemli gelişmelere ön ayak olabilmek umuduyla. Osmanlı'nın ilk Güzel Sanatlar Akademisi'ni o açmıştı mesela. Gerçi bu akademi, Paris'te gördüğü örneklerle karşılaştırıldığında çok zayıf kalıyordu. Ama, olsun. Yine de bir başlangıçtı. Ve bu başlangıcı pek çok kişi anlayamıyor ve kaldıramıyordu. Zaten bu yüzden 31 Mart Olayları sırasında elleri sopalı ve palalı bir grup okulunu basmaya kalkışmıştı. Hımmm... Elleri sopalı ve palalı bir grup dedim de, çok tanıdık geldi. Neden acaba?
 
Osmanlı'nın ilk sanat ve tarih müzesini de Osman Hamdi kurmuştu. Gerçi bu müzeyi dolduracak eser neredeyse hiç yoktu elinde. Zira Osmanlı Devleti, tarihi eserlerin kıymetini hiç mi hiç anlayamamıştı. Bu sebeple de topraklarımızda yatan eserler devamlı yabancı arkeologlar tarafından kazılıyor ve yurt dışına kaçırılıyordu. Aslında, buna "kaçırılmak" bile denemezdi. Osmanlı'nın bu eserlerle ilgili kanunları o kadar gevşekti ki yabancılar, koltuklarının altında paket paket heykeller ve levhalarla, ellerini kollarını sallaya sallaya sınır dışına çıkabiliyorlardı. Tarihi eserlerin değerini o dönemde anlayan nadir insanlardan biri olan Osman Hamdi, müzesinin başına geçtiğinde ilk iş olarak bu yasalara el attı. Ve onları öyle bir düzenledi ki değil bir heykeli, tarihi bir çakıl taşını bile yurt dışına çıkarmak imkansız hale geldi.
 
Yabancı devletler bu yeni düzenlemeye öfke püskürdüler. Ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Orada oturup, Osman Hamdi'nin onlara nanik yapmasını çekmeye mecburdular. Lakin ortada hâlâ bir sorun vardı. Eserlerin, topraklarımızda kalması sağlanmasına sağlanmıştı. Ama onları gömüldükleri derinliklerden, zedelemeden çıkartacak adam yoktu. Gene iş başa düşmüştü. Bağdat'ta hem Midhat Paşa'yla konuşmaları, hem de konu üstüne okuduğu kitaplar sayesinde arkeolojinin önemini kavramış olan Osman Hamdi kollarını sıvadı ve bürokrasinin içine daldı. Allem etti, kallem etti ve sonunda kazı izinlerini kopardı. Sonra da kendini doğruca Anadolu'ya attı.
 
Yıllarca devam etti bu. Osman Bey bir yandan akademisinin müdürlüğünü yapıyordu, bir yandan müzesini çekip çeviriyordu, bir yandan da, izin kopardıkça, kazılara koşuyordu. Müze koleksiyonu da bu sayede büyüdükçe büyüyordu. E, bu arada da resim yapmayı ihmal etmiyordu. İşte, meşhur Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu bu yoğun atmosferde yaptı.
 
1907'de tamamladığı tablo Osman Hamdi'nin başyapıtı olarak reva görmektedir. Eserde kırmızı kaftanlı, sakallı bir adam görülmektedir. Yüzünde bitkin ama kararlı, huzurlu bir ifade vardır. Gözleri kapalıdır. Sırtını bize yarı dönmüş, arasında bir ney tuttuğu ellerini arkasında kavuşturmuştur. Ayaklarının dibindeyse beş kaplumbağa vardır. Bu hayvancıklardan ikisi ondan uzaklaşırken, kalan ikisi beklenti yahut alayla ona bakmaktadırlar. Zira, ulvi görünümlü bu bey bir kaplumbağa terbiyecisidir ve neyini bu emel için kullanmaktadır.


 
Resim, günümüzde bile tartışmalara yol açmaktadır. Kimdi bu kaplumbağa terbiyecisi? Amacı neydi? Neden eğitmek istiyordu bu yavaş, hantal varlıkları? Bence Osman Hamdi'nin kendisiydi Kaplumbağa Terbiyecisi. O sabırlı, savaşımcı ve artık yaşlanmış adam... Kaplumbağalar ise karşısına aldığı, etrafını saran herkes! Dinlemek istemeyen padişahlar, önüne engel üstüne engel koyan bürokratlar, palalarla bir okul saldıran vahşiler, bir tabloda insan yüzü görünce utanarak, hatta öfkelenerek başını çevirenler... Bazısı öğrenmeye aç, bazısıysa bütünüyle karşı tüm bireyler... Bir toplum!
 
Emre Caner'in, anlamı günümüze kadar işlemiş bu tablo ve onun yaratıcısı hakkında yazdıklarını okuduğumda karmakarışık duygular içindeydim. Bir taraftan, sanatla ilgilenen biri olarak Osman Hamdi Bey hakkındaki bilgisizliğim, "kaplumbağalığım" yüzünden kendime kızıyordum. Ancak bu kızgınlığım uzun sürmedi. Zira bir öğretmenimin bana küçükken söylediği gibi, bilmemek değil, öğrenmemek ayıptı. Bir diğer taraftan da garip bir helecana kapılmıştım. Osman Bey'in tablolarını, bilhassa Kaplumbağa Terbiyecisi'ni görmeli, renklerine, fırça darbelerine gözlerimle dokunmalıydım. Hemen araştırmaya koyuldum. Şans benim yanımdaydı. Osman Hamdi Bey'in tabloları Pera Müzesi'nin ikinci katında sergileniyordu. Ve Kaplumbağa Terbiyecisi sergilenen parçaların arasındaydı.    
 
Uçarak gittim o gün Pera'ya. Merdivenlerden yukarı koştum. Osman Hamdi Sergisi hemen solumdaydı. İçeri daldım. Ama o da ne! Ne kadar küçük bir sergiydi bu! İçeride taş çatlasa beş resim vardı. Ve ışıklandırmaları, özellikle de Kaplumbağa Terbiyecisi'ninki, ne kadar da kötüydü! Gönül isterdi ki, gözleri yormayan, tabloları parça parça boğmayan bir ışıklandırma kullanılsın. Ama yok! Resimlere uzun uzun bakabilmek mümkün değildi. Sağda dursam, solu göremiyorum, solda dursam, sağı... Eğiliyorum, kalkıyorum, hopluyorum, zıplıyorum... Zannedersiniz, göbek atıyorum. Hiç değilse bana biraz müzik çalsalardı da delirmiş gibi durmasaydım.
 
Bu aksiliğe rağmen Osman Hamdi'nin eserlerinin güzelliğini inkar edemezdim. İki Müzisyen Kız adlı tablosu mesela... Ne kadar gerçekçi bir parçaydı bu! Bir kız, dokuma bir halının kenarına nazikçe oturmuştu. Elinde, boyundan büyük bir tef tutuyordu. Yanında sarışın bir hanım duruyordu. Tam bir hanımefendi, bir öğretmen havasına bürünmüştü. Zarif ellerinde telli bir çalgı vardı ve parmakları bu telleri nazlı nazlı titretiyordu. Arka planda geceye bürünmüş bir avlu vardı ve güneşin ışınlarıyla yıkanan iki genç kızın büyüsüyle muazzam bir tezatlık yaratıyordu.
 
Bu gerçekçilik, Osman Hamdi'nin tüm eserlerine yansımıştı. Ancak Kaplumbağa Terbiyecisi'nde bambaşka bir boyuta ulaşmıştı. Tablonun önündeki garip dansıma rağmen o soluk, duru renklerden, gölgelendirmenin yarattığı puslu izlenimden ve tablodan dışarı sızan huşudan kendimi alamıyordum. Kim bilir, belki de orada biraz daha dursaydım kavuklu adam ellerini birbirinden ayıracak ve neyini, sakallarının arasında kaybolan dudaklarına götürecekti. Ve bu sefer, evet bu sefer, bütün kaplumbağalar onu dinleyecek, takip edecekti.
 
Osman Hamdi 1910'da hayata gözlerini yumdu.  Hayatı boyunca, o zamanlar kimsenin hayal bile edemeyeceği şeyler başarmış, ancak ölümünde istediklerinin yarısını bile gerçekleştiremediğini hissetmişti. Lakin, ardında onun izinden devam edecek, mirasını devam ettirecek gençler ve kabuklarından çıkıp, kendilerini eğitecek, geliştirecek kaplumbağalar bırakmıştı. Okulu, müzesi, ailesi, öğrencileri... Hepsi bu gerçeğin birer kanıtıydı. Osman Hamdi'ni vefatının üzerinden bir yüzyıldan fazla zaman geçti. Ve mirası hâlâ ayakta. Eh, artık öğrencilerinin hayatta olmadıklarını farz edersek, zira olsalardı Guinness Rekorlar Kitabı'na girerlerdi, bu mirası sürdürmek yeni nesle, yani biz gençlere düşüyor diye düşünüyorum. Hem geçmişin, hem de geleceğin birer parçası olan bizler kaplumbağa olduğumuz yerlerde kendimizi eğitmeli, kaplumbağa gördüğümüz yerlerde de neyimizi elimize almalıyız. Ne dersiniz? Sizce kabuklarımızdan çıkmaya hazır mıyız?          
   

5 yorum:

Unknown dedi ki...

cok begendim

Ferdasn dedi ki...

Cok bilgilendirici ve keyifliydi!

Adsız dedi ki...

Çok güzel!!

Adsız dedi ki...

Çok Güzel!!

Adsız dedi ki...

Çok Güzel!!