İstanbul’un
doruklarında bir kuş yuvası vardır. Boğaz’ın efsunlu güzelliğine tamamıyla
hakim bir kuş yuvası. Ona, belki de, bir kartal yuvası demek daha doğru
olacaktır. Zira burası vakt-i zamanında ülkemizin en kavi kalemlerinden
birinin, Tevfik Fikret’in, evi, sığınağı olmuştur.
Fikret, ölümünden sonra
bir müzeye çevrilen Aşiyan’ın hem sahibi, hem de mimarıydı. Hiç şairden mimar
olur mu, diyorsanız eğer, Aşiyan’ı bir gidip, görmelisiniz. Ancak sizi
uyarmalıyım; yeşil bir hülyayla sarmalanmış bu taş evi ziyaret ederseniz,
oradan kendinizi koparamayabilirsiniz. Çünkü buraya öyle bir sükun, öyle bir
kudret hakimdir ki manzaranın karşısında mıhlanıp kalırsınız ve mümkün değil
kımıldayamazsınız. Eh, Fikret buraya, Farsça ’da “yuva” anlamına gelen Aşiyan
adını boşuna vermemiş. Mütemadiyen savaş dolu, gergin hayatı göz önünde bulundurulursa, böyle bir
bir yuvaya ne kadar ihtiyaç duyduğu görülebilir.
Tevfik Fikret 1867’de
doğdu. Annesini 1879’da kaybetti. Bundan kısa bir süre sonra da babası Arabistan’a
sürgün edildi. Böylelikle ruhunda esen başkaldırının ilk tohumları ekilmiş
oldu. Babasını gidişiyle, Fikret ve kız kardeşi Sıdıka anneannelerinin gözetimi
altına girdi. Yıllar sonra, 93 Harbi yenilgisiyle okulu, Rumeli’den gelen
göçmenlere verildi ve Fikret eğitimini sürdürmek için Galatasaray Lisesi’ne
geçti. Eğer bu olmasaydı Tevfik Fikret, Tevfik Fikret olmayabilirdi. Zira
Muallim Naci ve Nabizade Nazım gibi değerli edebiyatçılarımızı burada tanıdı ve
onların teşvikiyle yazmaya başladı. İlk şiirini Ahmet Mithat’ın çıkardığı Tercüman-ı Ahval ’da bastırdı. Mezun
olduktan bir süre sonra Hariciye Nezareti’nde (Dışişleri Bakanlığı) göreve
başladı. Ancak memuriyet hayatında aradığı şevki bulamadı ve istifa etti. Bu
esnada gecikmiş maaşının ona ödenmesini, bunu hak etmediği gerekçesiyle
reddetti. Bu, onun dürüstlüğü her şeyden önce tutan, kendi prensiplerine göre
yaşayan karakterinin en önemli timsallerinden biridir. Bundan sonra pek çok görevde
çalıştı. Nihayet kendine Fransızca ve Türkçe öğretmenliğini uygun buldu. Fikret,
uzun zamandır dokunmadığı kalemini bundan sonra eline aldı ve şiirlerini farklı
dergilerde neşretmeye başladı. Edebiyat
tarihinin bir dönüm noktası kabul edilen Servet-i Fünun’un bir bilim
dergisinden, edebiyat dergisine çevrilmesi için Ahmet İhsan’ı ikna eden
kendisiydi. Lakin, İhsan Bey’le düştüğü fikir ayrılıklarından dolayı dergiyle
bağlarını koparmak zorunda kaldı. Neyse ki bu noktada ilk şiir kitabı olan Rubab-ı Şikeste ’yi (Kırık Saz) bastırmış
ve Robert Kolej’de, ömrünün sonuna dek sürdüreceği Türkçe öğretmenliğine
başlamıştı. Bu, herhalde, prensipleri gerekçesiyle istifa etmediği tek görevdi.
Kim bilir, yaşasaydı, onu da yapabilirdi.
Bizim ülkemizde aydın
insanları, bilhassa yazarları, gözaltına almak, sürgüne göndermek yahut tutuklamak
bir gelenek haline gelmiştir. Tevfik Fikret de bu gelenekten nasibini almıştır.
Hatta bu göreneğin, benim bildiğim ilk örneklerinden biridir. Buna misal olarak
1896’da, bir toplantıda okuduğu Halife Abdülhamit karşıtı bir şiir yüzünden göz
altına alınmasını verebilirim. Neyse ki, evi arandığında şiirin bulunamaması
üzerine serbest bırakıldı. Aksi takdirde, kim bilir akıbeti ne olurdu? Bu olay
onun, dönemin bazı aydınlarıyla beraber bir Yeni Zelanda hülyasına kapılmasına
yol açan etmenlerden biridir. Diğerleri arasında sarhoş kocasından devamlı
dayak yiyen Sıdıka’nın ölümünü, birtakım dostlarının sürgüne gönderilmesini ve
babasının sürgünde ölmesini sayabilirim.
Ne alaka
Yeni Zelanda değil mi? Maksat, yeşillikler içinde bir yer olsun, Osmanlı’nın
baskıcı yönetiminden uzak bir yer olsundu herhalde. Tabi bu rüyanın imkansızlığı
kısa süre içinde ortaya çıktı. Fikret de onu Yeni Zelanda’dan, Manisa’ya
çevirdi. İşe bakın ki, bu plan da suya
düştü Kaçmak arzusu, kalbinin her çarpışıyla hücrelerine daha kuvvetli sirayet
eden Fikret için iki çare kalmıştı. İlki Aşiyan’ı inşa etmekti, ki bu işe
derhal girişti. İkincisiyse yazmak, soluk soluğa kalıncaya, öfkesini ve acısını
kağıda tamamıyla kusuncaya dek yazmaktı. İşte o meşhur Sis şiirini böyle bir ruh halindeyken yazdı:
“Sarmış ufuklarını gene inatçı
bir duman,
beyaz bir karanlıktı ki, gittikçe
artan,
ağırlığının altında her şey
silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir
yoğunlukla örtülü,
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki
bakar
onun derinliğine iyice sokulmaya
korkar!
Ama bütün bu derin karanlık örtü
sana çok layık;
Layık bu örtünüş sana ey zulümler
sahası
...”
Eğer
Aşiyan’ı gezmeyi düşünüyorsanız bilmezi gereken iki şey var. İlki; müzenin
olduğu doruğa tırmanana kadar canınızın çıkacak. Müzeye ulaştığımda ben soluk
soluğaydım. Fikret’in dostlarının neden bu eve “kuş yuvası” dediklerini iyice
anladım. Ayrıca, sportmenliğiyle pek bilinmeyen ve zaten şeker hastası olan
Fikret’in eve neden eşek üstünde çıktığımı öğrenmiş oldum. Yalnız, itiraf
etmeliyim ki yorgunluğuma rağmen geldiğime değmişti. Karşımda üç katlı, mütevazi
bir ev ve onu çepeçevre saran yemyeşil bir bahçe duruyordu. Ve o manzara! Boğaz
tüm kudreti ve ihtişamıyla ayaklarımın altına serilmişti. Su, gün ışığının altında
gümüşi bir parıltıya bürünmüştü ve dalgalar, yunuslar gibi oynaşıyor, yer yer
turkuazı laciverte katıyordu. Böyle bir yerde yaşadığınızı, denizin üzerine
doğan günle uyandığınızı ve gece, gözlerinizi mehtaba kapadığınızı hayal
edebiliyor musunuz?
Aslında Aşiyan sırf manzarası için bile görülmeye
değerdi. Ancak bu müzenin size sunduğu cevherlere bir ihanet olurdu. Bu ihaneti
de ilk olarak Halife Abdülmecit’in, Fikret’in Sis’inden esinlenerek yaptığı Sis
tablosuna işlemiş olurdunuz. Bu tablo, sise bürünmüş bir İstanbul’un resmidir.
Sis o kadar kaçınılmaz ve mütemadiydi ki, İstanbul görünmüyordu. Yalnız, biraz
uzaktan baktığınızda belli belirsiz bir iki minareyi, belki rıhtımı birer gölge
hülyası olarak seçebiliyordunuz. Tablo, İstanbul’a, denizden bakıyordu. Kurşuni
deniz üzerinde mahzun bir kayık yüzüyordu. Burnunu sisin içinden güç bela
çıkarmıştı, ancak bedeni hala onun esiriydi. Sis o kadar yoğundu ki! Elimi
uzatsam ıslaklığını tenimde, vücudumda hissedecektim. Nazım Hikmet’in tabiriyle
“Hava kurşun gibi ağırdı,” ve bu ağılık beni etkilemeye başlamıştı. Daha fazla
dayanamayacaktım. Önümdeki ilk odaya daldım.
Kendimi Edebiyat- Cedide Odası’nda buldum. Bu,
Fikret’in tanıdığı yahut birlikte çalıştığı edebiyatçıların portreleriyle kaplı
bir odaydı. Kimler yoktu ki bu simaların arasında? Ziya Gökalp, Recaizade
Ekrem, Nabizade Nazım, Abdülhak Hamit Tarhan... Bana öyle geliyor ki, bir kitap
okuduğumuzda, yazarıyla ilgili pek kafa yormayız. Daha doğrusu onun fiziki
görünümüyle meşgul olmayız. Bizi ilgilendiren onların fikir ve his
dünyalarıdır. Onlarla cebelleşirken, onlara mevcudiyet veren insanların
varlığını unuturuz. Birer insan olmaktan çıkar o yazarlar ve bazı
düşüncelerimizin, inançlarımızın, kalp atışlarımızın timsali olurlar. Kimi
zaman bu timsallere birer yüz tasavvur ederiz. Kimi zamansa bir yüzleri yoktur.
Varsa bile onları tam seçmemize mani olacak bir perdeyle örtülüdürler.
Durum böyle olunca yalnızca ismen ya da
eserlerinden bildiğim bu insanları, bu kadar somut bir şekilde görmek beni bir
parça şoka uğrattı. Bir yandan hem bu şokun etkisinden kurtulmaya çalışıyordum,
hem de bu simaları inceliyordum. Tatbikim sırasında, kimi zaman karşıma hiç
beklemediğim kadar komik bir surat çıkıyordu. Ve ben, “Bu adam bu muydu,” diye
düşünüyor, gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Bazense, bir yüze bakıyor ve
ruhumun ta derinliklerini gören bir çift gözle karşılaşıyordum. Gülümsemem
hemen siliniyordu. Bu gözler İçimde, keman teli gibi bir şeyler titretiyordu.
Böyle gözlere sahip kişilerden biri Abdülhak Hamit’ti. Yaşına rağmen ne kadar
de dinç ve etkileyici bir adamdı. Portresine bakarken belki de ilk defa altmış-küsür
yaşındayken, yirmi yaşındaki Lüsyen ile bir aşk evliliği yapmasına şaşırmadım. Aslında
müzede bir de bir Abdülhak Hamit Odası vardı. Bu oda onun şahsi eşyalarıyla ve
portreleriyle döşenmişti. Ancak onu burada tasvir etmeye kalkışırsam, kısa bir
biyografisini geçmem şart olacak. Bu burada yapmaktansa, başka bir tarihte Can
Dündar’ın Lüsyen adlı eserinden
bahsetmeyi ve böylelikle bu iki insanın hayatına dokunmayı tercih edeceğim
sanırım.
Müzede dikkatimi celbeden bir başka yer
bahçesiydi. Muhteşem manzarası bir kenara, bahçe yeşil gölgelere bürünmüş bir
Cennet örneğiydi. Sağda solda kayaların içine oyulmuş göletler, yine
kayalardan oyulmuş oturma yerleri, bahçeden, evin üçüncü katına tırmanan tahta,
köprü, Tevfik Fikret’in mezarı... Fikret vasiyeti üzerine kendi bahçesine gömülmüştür.
Gerçi 1915’te, vefat ettiğinde naaşı Eyüp Mezarlığına gömülmüştür ama sonradan,
eşi Nazime Hanım’ın çabalarıyla, buraya aktarılmıştır.
Müzede görülecek daha pek çok şey var. Tevfik
Fikret’in çalışma odası, kütüphanesi, Plato ’ya duyduğu hayranlıkla Platon'un Mağarası adını verdiği
penceresi, Atatürk üstündeki etkisi sebebiyle kurulan Atatürk Köşesi, sonradan
din değiştirip bir papaz olan oğlunun portreleri, Şair Nigar Hanım’la olan “ilişkisi”nden
dolayı oluşturulan Şair Nigar Hanım odası... Eğer ki bu gizli diyarları
keşfetmek, bu sükunu biraz olsun hissetmek, dimağınıza kaydetmek isterseniz
Aşiyan’ın yolunu tutmanızı size şiddetle tavsiye ederim. Pazartesi ve Pazar
hariç her gün açık olan Kartal Yuvası'nda keyifli bir gün geçirmenizi can-ı
yürekten dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder