29 Temmuz 2013 Pazartesi

Kartal Yuvası


                İstanbul’un doruklarında bir kuş yuvası vardır. Boğaz’ın efsunlu güzelliğine tamamıyla hakim bir kuş yuvası. Ona, belki de, bir kartal yuvası demek daha doğru olacaktır. Zira burası vakt-i zamanında ülkemizin en kavi kalemlerinden birinin, Tevfik Fikret’in, evi, sığınağı olmuştur.

                Fikret, ölümünden sonra bir müzeye çevrilen Aşiyan’ın hem sahibi, hem de mimarıydı. Hiç şairden mimar olur mu, diyorsanız eğer, Aşiyan’ı bir gidip, görmelisiniz. Ancak sizi uyarmalıyım; yeşil bir hülyayla sarmalanmış bu taş evi ziyaret ederseniz, oradan kendinizi koparamayabilirsiniz. Çünkü buraya öyle bir sükun, öyle bir kudret hakimdir ki manzaranın karşısında mıhlanıp kalırsınız ve mümkün değil kımıldayamazsınız. Eh, Fikret buraya, Farsça ’da “yuva” anlamına gelen Aşiyan adını boşuna vermemiş. Mütemadiyen savaş dolu, gergin  hayatı göz önünde bulundurulursa, böyle bir bir yuvaya ne kadar ihtiyaç duyduğu görülebilir.

                Tevfik Fikret 1867’de doğdu. Annesini 1879’da kaybetti. Bundan kısa bir süre sonra da babası Arabistan’a sürgün edildi. Böylelikle ruhunda esen başkaldırının ilk tohumları ekilmiş oldu. Babasını gidişiyle, Fikret ve kız kardeşi Sıdıka anneannelerinin gözetimi altına girdi. Yıllar sonra, 93 Harbi yenilgisiyle okulu, Rumeli’den gelen göçmenlere verildi ve Fikret eğitimini sürdürmek için Galatasaray Lisesi’ne geçti. Eğer bu olmasaydı Tevfik Fikret, Tevfik Fikret olmayabilirdi. Zira Muallim Naci ve Nabizade Nazım gibi değerli edebiyatçılarımızı burada tanıdı ve onların teşvikiyle yazmaya başladı. İlk şiirini Ahmet Mithat’ın çıkardığı Tercüman-ı Ahval ’da bastırdı. Mezun olduktan bir süre sonra Hariciye Nezareti’nde (Dışişleri Bakanlığı) göreve başladı. Ancak memuriyet hayatında aradığı şevki bulamadı ve istifa etti. Bu esnada gecikmiş maaşının ona ödenmesini, bunu hak etmediği gerekçesiyle reddetti. Bu, onun dürüstlüğü her şeyden önce tutan, kendi prensiplerine göre yaşayan karakterinin en önemli timsallerinden biridir. Bundan sonra pek çok görevde çalıştı. Nihayet kendine Fransızca ve Türkçe öğretmenliğini uygun buldu. Fikret, uzun zamandır dokunmadığı kalemini bundan sonra eline aldı ve şiirlerini farklı dergilerde neşretmeye başladı.  Edebiyat tarihinin bir dönüm noktası kabul edilen Servet-i Fünun’un bir bilim dergisinden, edebiyat dergisine çevrilmesi için Ahmet İhsan’ı ikna eden kendisiydi. Lakin, İhsan Bey’le düştüğü fikir ayrılıklarından dolayı dergiyle bağlarını koparmak zorunda kaldı. Neyse ki bu noktada ilk şiir kitabı olan Rubab-ı Şikeste ’yi (Kırık Saz) bastırmış ve Robert Kolej’de, ömrünün sonuna dek sürdüreceği Türkçe öğretmenliğine başlamıştı. Bu, herhalde, prensipleri gerekçesiyle istifa etmediği tek görevdi. Kim bilir, yaşasaydı, onu da yapabilirdi.

                Bizim ülkemizde aydın insanları, bilhassa yazarları, gözaltına almak, sürgüne göndermek yahut tutuklamak bir gelenek haline gelmiştir. Tevfik Fikret de bu gelenekten nasibini almıştır. Hatta bu göreneğin, benim bildiğim ilk örneklerinden biridir. Buna misal olarak 1896’da, bir toplantıda okuduğu Halife Abdülhamit karşıtı bir şiir yüzünden göz altına alınmasını verebilirim. Neyse ki, evi arandığında şiirin bulunamaması üzerine serbest bırakıldı. Aksi takdirde, kim bilir akıbeti ne olurdu? Bu olay onun, dönemin bazı aydınlarıyla beraber bir Yeni Zelanda hülyasına kapılmasına yol açan etmenlerden biridir. Diğerleri arasında sarhoş kocasından devamlı dayak yiyen Sıdıka’nın ölümünü, birtakım dostlarının sürgüne gönderilmesini ve babasının sürgünde ölmesini sayabilirim.

 Ne alaka Yeni Zelanda değil mi? Maksat, yeşillikler içinde bir yer olsun, Osmanlı’nın baskıcı yönetiminden uzak bir yer olsundu herhalde. Tabi bu rüyanın imkansızlığı kısa süre içinde ortaya çıktı. Fikret de onu Yeni Zelanda’dan, Manisa’ya çevirdi. İşe bakın ki,  bu plan da suya düştü Kaçmak arzusu, kalbinin her çarpışıyla hücrelerine daha kuvvetli sirayet eden Fikret için iki çare kalmıştı. İlki Aşiyan’ı inşa etmekti, ki bu işe derhal girişti. İkincisiyse yazmak, soluk soluğa kalıncaya, öfkesini ve acısını kağıda tamamıyla kusuncaya dek yazmaktı. İşte o meşhur Sis şiirini böyle bir ruh halindeyken yazdı:

“Sarmış ufuklarını gene inatçı bir duman,

beyaz bir karanlıktı ki, gittikçe artan,

ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,

bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü,

tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki bakar

onun derinliğine iyice sokulmaya korkar!

Ama bütün bu derin karanlık örtü sana çok layık;

Layık bu örtünüş sana ey zulümler sahası

...”

                Eğer Aşiyan’ı gezmeyi düşünüyorsanız bilmezi gereken iki şey var. İlki; müzenin olduğu doruğa tırmanana kadar canınızın çıkacak. Müzeye ulaştığımda ben soluk soluğaydım. Fikret’in dostlarının neden bu eve “kuş yuvası” dediklerini iyice anladım. Ayrıca, sportmenliğiyle pek bilinmeyen ve zaten şeker hastası olan Fikret’in eve neden eşek üstünde çıktığımı öğrenmiş oldum. Yalnız, itiraf etmeliyim ki yorgunluğuma rağmen geldiğime değmişti. Karşımda üç katlı, mütevazi bir ev ve onu çepeçevre saran yemyeşil bir bahçe duruyordu. Ve o manzara! Boğaz tüm kudreti ve ihtişamıyla ayaklarımın altına serilmişti. Su, gün ışığının altında gümüşi bir parıltıya bürünmüştü ve dalgalar, yunuslar gibi oynaşıyor, yer yer turkuazı laciverte katıyordu. Böyle bir yerde yaşadığınızı, denizin üzerine doğan günle uyandığınızı ve gece, gözlerinizi mehtaba kapadığınızı hayal edebiliyor musunuz?

Aslında Aşiyan sırf manzarası için bile görülmeye değerdi. Ancak bu müzenin size sunduğu cevherlere bir ihanet olurdu. Bu ihaneti de ilk olarak Halife Abdülmecit’in, Fikret’in Sis’inden esinlenerek yaptığı Sis tablosuna işlemiş olurdunuz. Bu tablo, sise bürünmüş bir İstanbul’un resmidir. Sis o kadar kaçınılmaz ve mütemadiydi ki, İstanbul görünmüyordu. Yalnız, biraz uzaktan baktığınızda belli belirsiz bir iki minareyi, belki rıhtımı birer gölge hülyası olarak seçebiliyordunuz. Tablo, İstanbul’a, denizden bakıyordu. Kurşuni deniz üzerinde mahzun bir kayık yüzüyordu. Burnunu sisin içinden güç bela çıkarmıştı, ancak bedeni hala onun esiriydi. Sis o kadar yoğundu ki! Elimi uzatsam ıslaklığını tenimde, vücudumda hissedecektim. Nazım Hikmet’in tabiriyle “Hava kurşun gibi ağırdı,” ve bu ağılık beni etkilemeye başlamıştı. Daha fazla dayanamayacaktım. Önümdeki ilk odaya daldım.

Kendimi Edebiyat- Cedide Odası’nda buldum. Bu, Fikret’in tanıdığı yahut birlikte çalıştığı edebiyatçıların portreleriyle kaplı bir odaydı. Kimler yoktu ki bu simaların arasında? Ziya Gökalp, Recaizade Ekrem, Nabizade Nazım, Abdülhak Hamit Tarhan... Bana öyle geliyor ki, bir kitap okuduğumuzda, yazarıyla ilgili pek kafa yormayız. Daha doğrusu onun fiziki görünümüyle meşgul olmayız. Bizi ilgilendiren onların fikir ve his dünyalarıdır. Onlarla cebelleşirken, onlara mevcudiyet veren insanların varlığını unuturuz. Birer insan olmaktan çıkar o yazarlar ve bazı düşüncelerimizin, inançlarımızın, kalp atışlarımızın timsali olurlar. Kimi zaman bu timsallere birer yüz tasavvur ederiz. Kimi zamansa bir yüzleri yoktur. Varsa bile onları tam seçmemize mani olacak bir perdeyle örtülüdürler.

Durum böyle olunca yalnızca ismen ya da eserlerinden bildiğim bu insanları, bu kadar somut bir şekilde görmek beni bir parça şoka uğrattı. Bir yandan hem bu şokun etkisinden kurtulmaya çalışıyordum, hem de bu simaları inceliyordum. Tatbikim sırasında, kimi zaman karşıma hiç beklemediğim kadar komik bir surat çıkıyordu. Ve ben, “Bu adam bu muydu,” diye düşünüyor, gülmemek için dudaklarımı ısırıyordum. Bazense, bir yüze bakıyor ve ruhumun ta derinliklerini gören bir çift gözle karşılaşıyordum. Gülümsemem hemen siliniyordu. Bu gözler İçimde, keman teli gibi bir şeyler titretiyordu. Böyle gözlere sahip kişilerden biri Abdülhak Hamit’ti. Yaşına rağmen ne kadar de dinç ve etkileyici bir adamdı. Portresine bakarken belki de ilk defa altmış-küsür yaşındayken, yirmi yaşındaki Lüsyen ile bir aşk evliliği yapmasına şaşırmadım. Aslında müzede bir de bir Abdülhak Hamit Odası vardı. Bu oda onun şahsi eşyalarıyla ve portreleriyle döşenmişti. Ancak onu burada tasvir etmeye kalkışırsam, kısa bir biyografisini geçmem şart olacak. Bu burada yapmaktansa, başka bir tarihte Can Dündar’ın Lüsyen adlı eserinden bahsetmeyi ve böylelikle bu iki insanın hayatına dokunmayı tercih edeceğim sanırım.

Müzede dikkatimi celbeden bir başka yer bahçesiydi. Muhteşem manzarası bir kenara, bahçe yeşil gölgelere bürünmüş bir Cennet örneğiydi. Sağda solda kayaların içine oyulmuş göletler, yine kayalardan oyulmuş oturma yerleri, bahçeden, evin üçüncü katına tırmanan tahta, köprü, Tevfik Fikret’in mezarı... Fikret vasiyeti üzerine kendi bahçesine gömülmüştür. Gerçi 1915’te, vefat ettiğinde naaşı Eyüp Mezarlığına gömülmüştür ama sonradan, eşi Nazime Hanım’ın çabalarıyla, buraya aktarılmıştır.

Müzede görülecek daha pek çok şey var. Tevfik Fikret’in çalışma odası, kütüphanesi, Plato ’ya duyduğu hayranlıkla Platon'un Mağarası adını verdiği penceresi, Atatürk üstündeki etkisi sebebiyle kurulan Atatürk Köşesi, sonradan din değiştirip bir papaz olan oğlunun portreleri, Şair Nigar Hanım’la olan “ilişkisi”nden dolayı oluşturulan Şair Nigar Hanım odası... Eğer ki bu gizli diyarları keşfetmek, bu sükunu biraz olsun hissetmek, dimağınıza kaydetmek isterseniz Aşiyan’ın yolunu tutmanızı size şiddetle tavsiye ederim. Pazartesi ve Pazar hariç her gün açık olan Kartal Yuvası'nda keyifli bir gün geçirmenizi can-ı yürekten dilerim.

Hiç yorum yok: