25 Temmuz 2013 Perşembe

Doğanın Çığlığı


Sanat dünyasında çığır açmış bazı eserlerin olduğu inkar edilemez bir gerçek. Bu resimler gerek filmlerde, gerek internet üzerinde o kadar çok dolanmışlardır ki, artık herkesçe bilinirler. Öyle ki, bunları artık bir ikon olarak düşünebiliriz. Norveçli ressam Edvard Munch’ın “Çığlık” tablosu da bu eserlerden biri. Eh, bu yapıtın aralık sonuna kadar New York’a geldiğini düşünürsek, ben dahil, sürüyle insanın onu görmek için MOMA’ya (Museum of Modern Art) akın etmesine şaşmamak lazım.

            “Çığlık”ın kendisine geçmeden önce Munch’tan biraz bahsetmekte fayda olabilir. Edvard Munch 12 Aralık 1863’te, Norveç’te doğdu ve çocukluğunu orada, Oslo’da geçirdi. Genç yaştayken hem annesini, hem de kız kardeşini tüberküloz sebebiyle kaybetti. Fanatik bir Hristiyan olan babasının yetiştirdiği Munch, hayatının bu döneminin “deliliğin ve hastalığın ikiz melekleri” tarafından yönetildiğini söylemişti.

Mühendislik okuluna giden Munch, 1 yıl sonra okuldan ayrılmış ve babasının itirazlarına rağmen kendisini bir ressam olarak yetiştirmeye başlamış. Bu sebeple de  Paris’e taşınmış. Ancak, babasının vefatı üzerine eve dönmüş ve ailesini geçindirmeye çalışmış. Ressam olarak zamanla ün salan Munch, 1908’de alkolizmi ve kavgacı kişiliği yüzünden çeşitli sağlık problemleriyle karşılaşmış. Bu problemlerin halüsinasyonlara ve sinirsel bir yıkıma  yol açmasıyla da Danimarka’da bir hastaneye yatmış. Burada, elektroşok dahil, birtakım tedaviler deneyimleyen Munch, 1909’da, iyileşmiş olarak Norveç’e dönmüş. 23 Ocak 1944’te de, Oslo’da hayata veda etmiş.

Munch’ın “Çığlık”ına gelince... Eser, müzenin en üst katında, loş bir odada sergileniyor. Sırada uzunca bir bekleyişten sonra, resmin önüne geldiğimde, açıkçası, nefesim kesildi. Bir tuval yerine, kahverengi kağıt üzerine yapılmış olan “Çığlık”, yakınında duran herkesin gerçek bir terörle titremesine yol açıyordu. Tabloda ilk fark ettiğiniz şey, cinsiyet dahil, tüm insancıl özelliklerden arındırılmış bir kişi, daha doğrusu bir yaratıktı. Bu kel, insan/yaratık ellerini, sanki bir sesi boğmak istermişçesine kulaklarına bastırmıştı. Belki de boğmaya çalıştığı, kendi çığlığıydı. Derisi, ıslak bir üst gibi kemiklerine yapışmış olan yaratık/insanın suratı, bir kurukafayı andırıyordu. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve ben bu gözlerden kendimi alamıyordum.
 
 
 

Bu tuhaf mahlukun dikkatinizi çeken bir başka özelliği, biçimsiz biçimiydi. Zira, ince vücudu dans eden bir kobra gibi kıvrılmıştı. Lakin, bu kıvrılmanın sebebi kendi iradesi değil, üstüne belli belirsiz bastıran dalgalı gökyüzü ve önünde durduğu karanlık fiyorttu (buzullar tarafından oluşturulan körfez). Öyle ki, fiyort ve deniz, gökyüzüyle bütünleşmişti ve bu etmenler yaratığı iç içe geçmiş ve arka planı kendileriyle şekillendirmişlerdi. Kömür siyahı fiyorda gelince, o aynı kıvrımlarla denizin etrafını sarıyor ve alev alev yanan, oluk oluk kaynayan gökyüzünün içine akıyordu.

Peki neden bu korku? Neden bu terör? Bu zavallı yaratık ne görmüş veya duymuş olabilir ki hissettiği dehşetin be denli şedit olsun? Resmi incelerken bu sorular aklımda dolanıyordu. Cevabı öğrenmek içinse tek yapmam gerekense, eserin yanındaki küçük yazıya bakmaktı. Burada Edvard Munch’ın “Çığlık”la ilgili, zamanında yaptığı açıklama yer alıyordu:

“Bir akşam yolda yürüyordum, bir yanımda şehir yatıyordu ve altımda fiyort uzanıyordu. Güneş battı, bulutlar kırmızıyla lekelenmişti, kan gibi. Doğa bağırıyormuş gibi hissettim, sanki çığlığını duyabiliyordum. O resmi yaptım, bulutları kanmış gibi boyadım. Renkler çığlık attı.”


            Konu sanat hırsızlığı olunca insanların (en azından benim) aklına şu Hollywood sahnelerinden biri geliyor: usta hırsız, tam bir Ninja kostümü içinde müzeye girer, alarmı devre dışı bırakır ve tavandan sarkarak tabloyu çalar. Tabi bir ara akrobatik bir şekilde bir lazer engelini aşmazsa olmaz. Ancak gerçek, bundan çok ama çok uzak. Bu biraz üzücü gerçeği "Çığlık"ın vaki zamanında iki defa çalındığını okuduğumda öğrendim. Zira her iki seferde de “usta” hırsızların yaptıkları açık “unutulan” bir pencereden içeri sızıp, tabloyla birlikte kayıplara karışmaktı! Eh, ne diyeyim? İyi ki MOMA’nın açılabilecek pencereleri yok. Gerçi MOMA’nın heykel bahçesine açılan bir kapısı var ama onun oldukça sıkı korunduğunu zannediyorum. 
 
Eğer Moma'daki bu sergiyi görememişseniz o zaman yapabileceğiniz iki şey var. İlki Oslo, Norveç'e gidip, Munch Müzesi'ni kendisin gezmek, ki bu kulağa çok uzak bir ihtimal gibi geliyor. İkincisiyse  çalınan "Çığlık" bulan Edward Dolnick'in  “The Rescue Artist”ini (Kurtarma Sanatçısı) okumak. Keyifle dalacağınız bu sayfalarda hem bu biraz çatlak sanatçıyı tanıyabilirsiniz, hem bir parça sanat tarihi öğrenirsiniz, hem de sanat kaçakçılığı tarihinin içine dalabilirsiniz. Aslına bakarsanız ben bu kitabın üzerine başlı başına bir yazı bile yazabilirim. Ama önce sayfalarına tekrar bir göz atmam gerekebilir; şöyle bir hafızamı tazelerim. Hadi, o zaman bana da, size de kolay gelsin!
 
 

Hiç yorum yok: