25 Temmuz 2013 Perşembe

Güzeli Yeniden Tanımlamak


Bir sanat eserini neden beğeniriz? Neden bir kitap gözlerimize yaşlar getirebilir, bir beste kelimeleri anlamsızlaştırır ve bir tablo kendimizi unutmamıza sebep olabilir? Nasıl oluyor da kimi eserler varlıklarıyla bizi büyülüyor ve o anlığına yok edebiliyor? Neden? Sanat güzeli tanımlayan, en yüksek ve ideal araç olduğundan mı? Ama eğer öyleyse o zaman yalnızca o ince burunlu, uzun saçlı yunan heykellerinin ve güzel kadınların portrelerinin bu yeteneğe sahip olması gerekmez mi? O zaman tüm bu diğer sanat eserleriyle ve yaratıcılarıyla ne yapacağız? Mesela Picasso gibi... Ya da Francis Bacon... Ya da şu anda Metropolitan Müzesi’nde eserleri sergilenen Henri Matisse...


İsmi Picasso ve Cezanne gibi sanatçıların yanında yer alan Matisse, zamanının “güzel” ve “zarif” tanımlarını yıkan ve onlara yeni anlamlar yükleyen bir ressamdı. 1869’da, Fransa’da doğan ve aslında avukat olan Matisse, resim yapmaya apandisit ameliyatı için hastanede yatarken başladı. Sanat o andan itibaren onun en büyük aşkı ve tutkusu oldu. Öyle ki, karısı Amelie’ye evlenme teklifi ederken ona “Seni çok seviyorum, ama resim yapmayı her zaman daha çok seveceğim,” demişti. Bu büyük aşka rağmen Matisse’in ciddi bir sanatçı olarak tanınması, ancak 1906’dan sonra, yani ressam 40’larının başına merdiven dayadığında gerçekleşti. İşte bunun sebebi de sanattaki bu “güzel” anlayışına karşı isyanıydı.


Matisse, eserlerinde bir objeyi veya kişiyi adeta baştan yaratırdı. Onları, tanımlanamayacak bir hale sokmadan deformasyona uğratıp, en basit çizgilerine indirirdi. Bir kadını resmediyorsa, o kadının kaba vücut hatlarını ön plana koyar, yüzünün ve bedeninin insansı keskinliklerini yok ederdi. Yüzüne baktığınızda gördüğünüz gülümsemesi değil de, hatları olurdu. İşte bu sebeple adını koyamadığınız bir zarafet, bir saflık vardı. Kadının ifadesi tamamen silinmiş olsa bile!


Durum böyle olunca, Matisse’in sanatındaki yaklaşımın takdir edilmesi oldukça zaman aldı. Sergileyebildiği parçalar, uzun bir süre “çocuksu”, “çirkin”, hatta “zarafetten yoksun” olarak tanımlandı. Ne kadar da tuhaf... Bir çağda “zarafetten yoksun” olarak tanımlanan bir eser, başka bir çağda zarafetin ana sembollerinden biri haline gelebiliyor. Tıpkı Matisse’in “Genç Denizci” tabloları gibi. Bu iki resim, Matisse’in tanıştığı 18 yaşında bir çocuğun iki farklı şekilde yorumlanmış halleriydi.


Gencin ilk resmi, sert fırça darbeleriyle, ince renk katmanlarının birbirine katılmasıyla oluşturulmuş. İç içe geçip patlayan renklerin arasında boyanmamış gibi duran parçalar, gün ışığının bu dinç bedene nasıl çarptığını yansıtıyor sanki. Bu yansıma, gömleğin kırışıklıklarına vurdukça perde perde gölgeler oluşturuyor ve bunların yüzüne düşmesine de yol açıyor.


Bu gölgeli simadan gözlerimi almak birazcık güçtü doğrusu. Denizcinin daha tam olgunlaşmamış hatlarında gizli bir masumiyetle karışık sertlik vardı ve bu ona garip bir ciddiyet katıyordu. Sanki aşığını limanda gözüne kestirmiş ve aklını onun hayaliyle doldurmuştu. Suratındaki bu naif sertlik, tüm vücudunu sarmalamıştı. Bir eliyle sandalyeye tutunuşu, diğeriyle ensesini ovuşu, hafifçe öne eğik omuzları... Bu katı şefkat, bu tutku, onun en çok kömür gözlerinde ve dolgun dudaklarında toplanmıştı. Sanki bu dünyada değil de, başka bir dünyadaydı.
 
 

 

Resmin ikinci yorumu, ilkinden çok farklıydı. Burada renkleri daha yoğun kullanan Matisse, denizcisini daha yumuşak çizgilerle yaratmış ve bu çizgileri biçimsizliğin ucuna getirmişti. Bunun sonucunda daha düz ve gerçekdışı bir görünüm kazanan denizci, o önceki sertliği ve tutkuyu yitirmişti. Dayanıklı delikanlının yerini masum, saf bir çocuk almıştı. Bu saflık, en çok o kocaman gözlerinden okunuyordu. Orada öyle bir ışık vardı ki, ondan kendinizi koparamıyordunuz. Yan yana duran bu iki insan nasıl bu kadar farklı olabilirlerdi? Ruhunuza nasıl böyle kudretle bakabilirlerdi? Bu iki denizci nasıl aynı insan olabilirdi?

 Sergide beni derinlemesine etkileyen üç resim vardı. “Genç Denizci 1” ve “Genç Denizci 2” bunlardan ikisiydi. Sonuncusuysa Matisse’in “Rüya” adlı bir tablosuydu. Üstünde tam 1 yıl çalıştığı ve yaşadığı süre boyunca asla satmadığı “Rüya”yı Matisse, defalarca elden geçirmişti. “Rüya”da her değişiklik yaptığında da, bunun fotoğrafını çeken ressam, onu nihayet sergilendiğinde, tüm fotoğraflarını etrafına asmıştı. Böylelikle bir sanatçının şaheserinin nasıl oluştuğunu seyircilerine bir parça olsun gösterebilmişti.


“Rüya”, masasında uyuyakalmış genç bir kadının resmidir. Beyaz bir elbise giyen kadın, kolunu başının altına almıştır ve bu upuzun kol, bir kuğunun kanadını andırmaktadır. Sanki o ufacık başını kaldırsa, o kanat onun o kaba, ama zarif bedenini göklere taşıyacaktır. Ancak onun böyle bir niyeti yoktur. Pembe yüzünde, bir kelebeğin kanadı kadar narin kirpiklerinde ve hafif aralık dudaklarında öylesine bir huzur yatıyordu ki, ona bakarken kendinizi onun uykusunda, onun rüyasında bulmak istiyordunuz. Tüm bedenini bir battaniye gibi saran bu sükunetten ve tatlılıktan kendinizi alamıyordunuz. En azından ben alamıyordum. Ta ki arkamdaki kadın kızgın kızgın öksürene kadar.

 Bu üç resim beni her ne kadar derinden etkilemiş olsa da, Matisse’in diğer resimlerinin büyüleyiciliğini dikkate almamak yanlış olur. Ancak sergideki her resmi uzun uzun anlatırsam, bu yazının sonu gelmez. O yüzden belki de bu yazıyı burada sonlandırmak ve sizi sergiyi görüp kendi kararlarınızı vermeye davet etmek en iyisi. Kim bilir, belki de sizinle orada görüşürüz, zira Metropolitan’a bir kez daha gidebilirim!

 

 

 

Hiç yorum yok: