Sanat dünyasında çığır açmış bazı eserlerin olduğu inkar
edilemez bir gerçek. Bu resimler gerek filmlerde, gerek internet üzerinde o
kadar çok dolanmışlardır ki, artık herkesçe bilinirler. Öyle ki, bunları artık
bir ikon olarak düşünebiliriz. Norveçli ressam Edvard Munch’ın “Çığlık” tablosu
da bu eserlerden biri. Eh, bu yapıtın aralık sonuna kadar New York’a geldiğini
düşünürsek, ben dahil, sürüyle insanın onu görmek için MOMA’ya (Museum of
Modern Art) akın etmesine şaşmamak lazım.
“Çığlık”ın
kendisine geçmeden önce Munch’tan biraz bahsetmekte fayda olabilir. Edvard
Munch 12 Aralık 1863’te, Norveç’te doğdu ve çocukluğunu orada, Oslo’da geçirdi.
Genç yaştayken hem annesini, hem de kız kardeşini tüberküloz sebebiyle
kaybetti. Fanatik bir Hristiyan olan babasının yetiştirdiği Munch,
hayatının bu döneminin “deliliğin ve hastalığın ikiz melekleri” tarafından
yönetildiğini söylemişti.
Mühendislik okuluna giden Munch, 1 yıl sonra okuldan
ayrılmış ve babasının itirazlarına rağmen kendisini bir ressam olarak
yetiştirmeye başlamış. Bu sebeple de
Paris’e taşınmış. Ancak, babasının vefatı üzerine eve dönmüş ve ailesini
geçindirmeye çalışmış. Ressam olarak zamanla ün salan Munch, 1908’de alkolizmi
ve kavgacı kişiliği yüzünden çeşitli sağlık problemleriyle karşılaşmış. Bu
problemlerin halüsinasyonlara ve sinirsel bir yıkıma yol açmasıyla da Danimarka’da bir hastaneye
yatmış. Burada, elektroşok dahil, birtakım tedaviler deneyimleyen Munch,
1909’da, iyileşmiş olarak Norveç’e dönmüş. 23 Ocak 1944’te de, Oslo’da hayata
veda etmiş.
Munch’ın “Çığlık”ına gelince... Eser, müzenin en üst
katında, loş bir odada sergileniyor. Sırada uzunca bir bekleyişten sonra,
resmin önüne geldiğimde, açıkçası, nefesim kesildi. Bir tuval yerine,
kahverengi kağıt üzerine yapılmış olan “Çığlık”, yakınında duran herkesin
gerçek bir terörle titremesine yol açıyordu. Tabloda ilk fark ettiğiniz şey,
cinsiyet dahil, tüm insancıl özelliklerden arındırılmış bir kişi, daha doğrusu
bir yaratıktı. Bu kel, insan/yaratık ellerini, sanki bir sesi boğmak
istermişçesine kulaklarına bastırmıştı. Belki de boğmaya çalıştığı, kendi
çığlığıydı. Derisi, ıslak bir üst gibi kemiklerine yapışmış olan
yaratık/insanın suratı, bir kurukafayı andırıyordu. Gözleri fal taşı gibi
açılmıştı ve ben bu gözlerden kendimi alamıyordum.
Bu tuhaf mahlukun dikkatinizi çeken bir başka özelliği,
biçimsiz biçimiydi. Zira, ince vücudu dans eden bir kobra gibi kıvrılmıştı.
Lakin, bu kıvrılmanın sebebi kendi iradesi değil, üstüne belli belirsiz
bastıran dalgalı gökyüzü ve önünde durduğu karanlık fiyorttu (buzullar
tarafından oluşturulan körfez). Öyle ki, fiyort ve deniz, gökyüzüyle
bütünleşmişti ve bu etmenler yaratığı iç içe geçmiş ve arka planı kendileriyle
şekillendirmişlerdi. Kömür siyahı fiyorda gelince, o aynı kıvrımlarla denizin
etrafını sarıyor ve alev alev yanan, oluk oluk kaynayan gökyüzünün içine
akıyordu.
Peki neden bu korku? Neden bu terör? Bu zavallı yaratık
ne görmüş veya duymuş olabilir ki hissettiği dehşetin be denli şedit olsun? Resmi incelerken bu sorular aklımda dolanıyordu. Cevabı öğrenmek içinse
tek yapmam gerekense, eserin yanındaki küçük yazıya bakmaktı. Burada Edvard
Munch’ın “Çığlık”la ilgili, zamanında yaptığı açıklama yer alıyordu:
“Bir
akşam yolda yürüyordum, bir yanımda şehir yatıyordu ve altımda fiyort
uzanıyordu. Güneş battı, bulutlar kırmızıyla lekelenmişti, kan gibi. Doğa
bağırıyormuş gibi hissettim, sanki çığlığını duyabiliyordum. O resmi yaptım,
bulutları kanmış gibi boyadım. Renkler çığlık attı.”
Konu
sanat hırsızlığı olunca insanların (en azından benim) aklına şu Hollywood
sahnelerinden biri geliyor: usta hırsız, tam bir Ninja kostümü içinde müzeye
girer, alarmı devre dışı bırakır ve tavandan sarkarak tabloyu çalar. Tabi bir
ara akrobatik bir şekilde bir lazer engelini aşmazsa olmaz. Ancak gerçek,
bundan çok ama çok uzak. Bu biraz üzücü gerçeği "Çığlık"ın vaki zamanında iki defa çalındığını okuduğumda öğrendim. Zira her iki seferde de “usta” hırsızların yaptıkları açık “unutulan”
bir pencereden içeri sızıp, tabloyla birlikte kayıplara karışmaktı! Eh, ne
diyeyim? İyi ki MOMA’nın açılabilecek pencereleri yok. Gerçi
MOMA’nın heykel bahçesine açılan bir kapısı var ama onun oldukça sıkı
korunduğunu zannediyorum.
Eğer Moma'daki bu sergiyi görememişseniz o zaman yapabileceğiniz iki şey var. İlki Oslo, Norveç'e gidip, Munch Müzesi'ni kendisin gezmek, ki bu kulağa çok uzak bir ihtimal gibi geliyor. İkincisiyse çalınan "Çığlık" bulan Edward Dolnick'in “The Rescue Artist”ini (Kurtarma Sanatçısı) okumak. Keyifle dalacağınız bu sayfalarda hem bu biraz çatlak sanatçıyı tanıyabilirsiniz, hem bir parça sanat tarihi öğrenirsiniz, hem de sanat kaçakçılığı tarihinin içine dalabilirsiniz. Aslına bakarsanız ben bu kitabın üzerine başlı başına bir yazı bile yazabilirim. Ama önce sayfalarına tekrar bir göz atmam gerekebilir; şöyle bir hafızamı tazelerim. Hadi, o zaman bana da, size de kolay gelsin!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder