‘Sanat acı
çekmek demektir,’ tabirini daha önce duymuştum. Ancak, bunun örneklerini
farklı sanatçıların eserlerinde ne kadar görmüş olsam da, doğruluğunu,
performans sanatçısı Marina Abramovic’in yapıtlarındaki kadar kuvvetle sezinlediğimi zannetmiyorum. Bana
göre performans sanatı, tıpkı modern dans gibi, oldukça tartışmalı bir konu: Böyle
bir gösteriyi izlemeye gittiğinizde ya gördüklerinizi ilginç bulur ve izlemeye
devam edersiniz ya da ‘Bu ne ya kardeşim,’ der, çekip gidersiniz. Şahsen, ben
genellikle ikinci kategoriye düşerim. Zira bu sanat dalından pek anladığımı söyleyemeyeceğim.
Dolayısıyla, Abramovic’in, MOMA’da gerçekleştirdiği “The Artist Is Present’
(Sanatçı Burada) adlı gösterisini ilk duyduğumda tepkim “Bu kadın çatlak mı?”
olmuştu.
Uç
ay süren gösteri şundan ibaretti: Abramovic her sabah, erkenden MOMA’nın bir sergi
salonunda, karşılıklı iki sandalyeden birine yerleşiyor
ve bekliyor. Sonra sıraya girmiş olan seyirciler tek tek Abramovic’in karşısına oturuyor. Abramovic ve seyirci birbirlerine bakıyorlar ve... Bitti.
Bu kadar. Tabi gösterinin bazı kuralları var. Bir kere Abramovic’in yerinden kımıldaması
yasak. O, bütün günü aynı sandalyede, yemek yemeden, su içmeden ve tuvalete
gitmeden geçirmek zorunda. Seyirciye gelince, Abramovic’in karşında istediği
kadar kalabilir. Ziyaretçilerinden bir tanesi, mesela, orada tam
yedi saat geçirmiş. Seyircinin yapamayacağı tek şey Abramovic ile konuşmaya çalışmak;
o da Abramovic'in onlara cevap verememesinden kaynaklanıyor. Abramovic, konuşmak
bir kenara dursun, kolunu dahi kımıldatamıyor. Sırp sanatçının canlı bir
heykel vaziyetinde geçirdiği bu zaman az uz da değil. Burada yaklaşık üç aydan
ve toplamda 700 saatten bahsediyoruz!
Bu
haklı tepkimden de çıkarabileceğiniz gibi, Abramovic’in performansından pek bir şey
anlamamıştım. Ta ki Marco Anelli’nin gösteriyle ilgili kitabını okuyana kadar.
Anelli, gösteride Abramovic ile çalışan fotoğrafçıydı. Göreviyse gösteriye
gelen herkesin bir portresini çekmekti. Gelen kişinin orada ne kadar kalacağını
bilmediğinden de, bütün performans boyunca salonda olması gerekiyordu. Yani, tıpkı Abramovic gibi, bütün günü yemek yemeden, su içmeden ve tuvalete gitmeden, fotoğraf
çekerek geçirmesi lazımdı. Aynı hamurdan oldukları ne kadar de belli oluyor!
Gösteri
sona erdiğinde Anelli çektiği resimlerden oluşan bir kitap hazırladı. İşte
benim elime geçen kitap da buydu. Sayfalardaki, şaşırtıcı bir
görüntüydü doğrusu: Sayfa sayfa dizilmiş bir yığın insan, yanaklarından yaşlar
süzülüyor. Sanırım Abramovic’in yapmaya çalıştığını
bu yüzlere bakarken anladım. Günümüz dünyasında,
özellikle New York ve İstanbul gibi büyük şehirlerde, insanların değil
birbirleriyle konuşmak, birbirlerinin suratına bakacak zamanları yok. Sokaklarda
bir koşuşturmaca, birbirinin omzuna çarparak geçip gitmeler... Sanki bir
hayaletler şehrinde yaşıyoruz. Sanki biz asında yokuz.
Abramovic 'in göstermeye çalıştığı buydu bence. Karşısındaki insana tüm dikkat ve ilgisini
veriyor, sanki sen buradasın, sen varsın,
sen önemlisin diyordu. O anda insanların hayatını paylaşıyor, onların acılarını
ve sevinçlerini onlarla beraber hissediyordu.
Ya
da belki de, ben bu konu üstünde biraz fazla kafa patlatıyorum. Belki de bende de
Abramovic ve Anelli’de kol gezen o çatlaklıktan bir parça var... Kim bilir?
Aklımda yeni yeni filizlenen bu düşüncelerle Abramovic ve Anelli'nin bir kitapçıda yaptıkları konuşmaya gittim . Tüm sandalyeler kapılmış olduğundan,
raflara dayanmakta olanların arasında yerimi aldım. Az sonra iki sanatçı karşımda duruyorlardı.
Konuşma,
doğal olarak, ‘The Artist Is Present’a odaklanıyordu. İki artist projenin
hazırlık everesini kendi açısından anlattı. Üç ay boyunca böylesine zorlu ve
korkutucu bir deneyim yaşadıklarını düşününce kendilerini psikoloji, fiziksel ve duygusal bakımlardan bir hayli
hazırlamaları gerektiği aşikar.
Abramovic
üç ay boyunca aynı düz renkli, sade elbiseleri giymişti. Bunun sebebini
seyircilerinin dikkatini kıyafetlerinden uzaklaştırıp, yüzüne, bilhassa gözlerine
odaklamak olduğunu anlattı. Gözler ruhun penceresidir ne de olsa ve bu
pencereler sayesinde Abramovic’in karşısındakinin hayatına ve duygularına şahit
olduğu kadar, karşımandakiler de onun çilesine ve hayatına şahit oluyorlardı. Böylece
ortaya insan ruhunun eşi bulunmaz bir örneği çıkıyordu. Böyle anları hatırladıkça
da Abramovic’in zaman zaman gözleri doluyordu. Müzede onu görmeye gelen bir kadından
bahsederken de böyle oldu. Anlattığına göre bu kadının kollarında belki daha bir yaşına bile basmamış bir bebek varmış. Genç anne, Abramovic’in karşısına
oturmuş ve gözlerini gözlerinden ayırmadan, yavaşça kızının başındaki şapkayı çıkarmış.
Gördüğü manzara karşında bir darbe yiyen Abramovic ise sarsıla sarsıla ağlamaya
başlamış. Zira çocukcağızın başında, alnından kafasının gerisine kadar uzanan,
koskocaman bir yara varmış.
Konuşmanın
son yarım saati boyunca Abramovic ve Anelli seyircilerin sorularını cevaplandırdılar.
Sorulan soruların arasında fotoğrafçılık ve performans sanatı ile ilgili teknik
sorular olsa da, çoğunluğu sanatçıların yaratıcı süreçlerini incelemeye odaklıydı.
Tabi arada sırada ortaya Abramovic ve Anelli’nin bu eserlerini anlamamış
olanları gözler önüne seren sorular da oluyordu. Raflardan birine dayanmış bir
kızın sorusu da bunun örneklerinden biriydi: “Siz mazoşist misiniz?”
Bu sualin
ortaya atılmasıyla Abramovic birden kaskatı kesildi. Gözlerinde yanan öfkenin şiddeti
ancak salonu kaplaya buz gibi sessizliğinkiyle eş değerdi. Buna rağmen,
Abramovic kendini tuttu ve gayet sakin bir edayla şu cevabı verdi:
“Hayır. Ben mazoşist değilim.
Ben bir performans sanatçısıyım. Sanatçılar söylemek istediklerini söylemek için
ellerindeki malzemeleri kullanırlar. Benim elimdeki malzeme bedenim. Ne söylemek
istiyorsam onu kullanmak zorundayım. Bu sırada, eğer acı çekiyorsam, bu acıyı
sevdiğim için değil, acı sanatın ve hayatın bir parçası olduğu için çekiyorum.”
Gecenin son sorusu önlerde
oturan bir bayandan geldi ve, bence, konuşmayı sonlandırmanın en uygun yoluydu:
“Performans boyunca kimse sizi görmeye gelmeseydi ne yapardınız?”
Marina Abramovic başını
kaldırdı ve gülümsedi:
Üç ay boyunca kımıldamadan
oturur, bir sandalyeyi seyrederdim.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder