Geçen haftanın tiyatro
faciasından sonra, ikinci bir oyuna gitmem korkunç bir fikir olabilirdi.
Nick Payne’in yazdığı “If There Is I Haven’t Found It Yet”e (Eğer Varsa Henüz
Bulamadım) giderken bu olasılığın gayet farkındaydım. Ancak oyun başladığında
tüm endişelerim ve şüphelerim eridi ve yok oldu. Oyun sona erdiğinde o
kadar etkilenmiştim ki, şunu rahatlıkla söyleyebilirim: ”If There Is” şu ana
kadar gittiğim en iyi tiyatrolardan biri olabilir.
“If There Is”, Payne’in
ilk oyunu olmasına rağmen George Devine Tiyatro ödülünü kazandı. Bu başarının
bir sebebi, oyunun küçük kadrosundan oluk oluk taşan yetenek. Zira bu kadro
Anna Funke’dan (Hairspray, Wicked,
Silence! The Musical), Jake Gyllenhaal’dan (Donnie Darko, Brokeback Mountain,
Source Code), Enid Graham’dan (Fortune’s Fool, King Lear, Margot at the Wedding)
ve Brian F. O’Byrne ’den oluşuyordu. Başroller Funke ve Gyllenhaal’ındı. “If There
Is” de, Anna (Funke) 15 yaşında, aşırı kilolu bir kızdır ve bu yüzden okul
arkadaşları onunla devamlı dalga geçmektedir. Annesi Fiona (Graham), kızını ne
kadar sevse de, ne ona nasıl yardım edeceğini bilmektedir, ne de onunla nasıl konuşacağını.
Fiona, kızıyla doğru düzgün iletişim kuramadığı gibi, kocasıyla da ciddi bir kopukluk
yaşamaktadır. Gerçi bu yalnızca onun suçu değildir. Çünkü George (O’Byrne), doğayı
korumakla ilgili yazdığı kitapla kafayı o kadar bozmuştur ki başka bir şey
konuşmayı bırakın, düşünememektedir bile. Kısacası, oyundaki tüm karakterler,
derin bir yalnızlığın içine gömülmüşlerdir. Ta ki, Anna’nın amcası Terry (Gyllenhaal)
onlarda kalmaya gelinceye kadar.
Sevdiği kadın tarafından terk
edilen Terry, dünyadaki yerini hiç bulamamıştır. Mütemadiyen başıboş gezinir ve kimse tarafından sevilmediğine kanidir. Tıpkı Anna gibi. Belki de bu yüzden bu iki karakter alışılmadık,
ancak güçlü bir dostluk kurabilmişlerdir. Ve bu dostluk ikisinin de ihtiyacı
olan şeyi onlara sağlamaktadır: konuşacak, kendilerini dinleyecek ve anlayacak biri. Tabi
bu Terry’nin, Anna’ya doğru yardımı ve tavsiyeleri sunduğu anlamına gelmez.
Zira Terry, Anna’nın anne-babasından gizlice bir çocukla buluşmasına yardım edince
evden kovulur. Tek güvenebildiği insanı kaybeden Anna, anne-babasının da boşanmaya
karar vermesi üzerine olanları kaldıramaz ve intihar etmeye karar verir.
Bazı anlar vardır, asla
aklınızdan çıkaramazsınız. Hayattan küçük kesitlerdir onlar, küçük resimlerdir.
Ve öyle yalın, canlı ve insancadırlar ki gözlerinizi kapadığınızda tekrar
canlanıverirler. İşte bu sahne de aynen böyle bir andı: Beynimin içine
kazınan bir an. Yaşadığım süre boyunca Anna’nın, titreye titreye küvete
ilerlemesini, suya girdiğinde jileti hafifçe kavramasını ve yavaşça bileğine
doğru götürmesini unutmayacağım. Onun sessiz sızlamalarının gitgide nasıl
arttığını, nasıl acı dolu, insanın yüreğini titreten ve orada yankılanan bir
çığlığa ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya dönüştüğünü unutmayacağım. Asla
unutamayacağım. Eğer bu
sahne, oyunun ortasında değil de, sonunda olsaydı, herhalde bende uyandırdığı bu
perili his kat be kat artardı. durum böyle değildi.
“If There Is...” ile ilgili dikkat çekici bir nokta da set
tasarımıydı. Oyunun başında, tüm mobilyalar ve eşyalar üst üste yığılmış, adeta
bir dağ oluşturmuştu. Her yeni sahneye geçildiğinde, gerekli dekor bu dağdan
kurtarılıyordu. Artık ihtiyaç duyulmayan
eşyalarsa sahnenin önündeki havuzun içine fırlatılıyordu, sanki “su alsın,
götürsün dertlerimi” der gibi. Son sahneye gelindiğinde set, Anna ve Terry’nin üstünde
durdukları platform dışında, tamamen boştu. Anna’nın, Terry’le son konuşmasını
izlerken, bu boşluğun ikisi için de farklı şeyler anlamına gelebileceğini
fark ettim. Anna için bu
bilinmeyen olasılıklar, hayatın o boğucu karmaşasından kurtulmuş serin gölgeler olabilirdi. Terry’ye
gelince... Onun havada sallanan, yersiz yönsüz hayatını düşününce, bunun, onun
için büyük bir boşluk olabileceğini ve bu boşluğun ya çözümleneceği ya da, daha büyük bir ihtimalle, onu gömeceğine inanmak güç değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder