Bir sanat eserini neden
beğeniriz? Neden bir kitap gözlerimize yaşlar getirebilir, bir beste kelimeleri
anlamsızlaştırır ve bir tablo kendimizi unutmamıza sebep olabilir? Nasıl oluyor
da kimi eserler varlıklarıyla bizi büyülüyor ve o anlığına yok edebiliyor?
Neden? Sanat güzeli tanımlayan, en yüksek ve ideal araç olduğundan mı? Ama eğer
öyleyse o zaman yalnızca o ince burunlu, uzun saçlı yunan heykellerinin ve
güzel kadınların portrelerinin bu yeteneğe sahip olması gerekmez mi? O zaman
tüm bu diğer sanat eserleriyle ve yaratıcılarıyla ne yapacağız? Mesela Picasso
gibi... Ya da Francis Bacon... Ya da şu anda Metropolitan Müzesi’nde eserleri
sergilenen Henri Matisse...
İsmi Picasso ve Cezanne
gibi sanatçıların yanında yer alan Matisse, zamanının “güzel” ve “zarif”
tanımlarını yıkan ve onlara yeni anlamlar yükleyen bir ressamdı. 1869’da,
Fransa’da doğan ve aslında avukat olan Matisse, resim yapmaya apandisit
ameliyatı için hastanede yatarken başladı. Sanat o andan itibaren onun en büyük
aşkı ve tutkusu oldu. Öyle ki, karısı Amelie’ye evlenme teklifi ederken ona
“Seni çok seviyorum, ama resim yapmayı her zaman daha çok seveceğim,” demişti.
Bu büyük aşka rağmen Matisse’in ciddi bir sanatçı olarak tanınması, ancak 1906’dan
sonra, yani ressam 40’larının başına merdiven dayadığında gerçekleşti. İşte bunun
sebebi de sanattaki bu “güzel” anlayışına karşı isyanıydı.
Matisse, eserlerinde bir
objeyi veya kişiyi adeta baştan
yaratırdı. Onları, tanımlanamayacak bir hale sokmadan deformasyona uğratıp, en
basit çizgilerine indirirdi. Bir kadını resmediyorsa, o kadının kaba vücut
hatlarını ön plana koyar, yüzünün ve bedeninin insansı keskinliklerini yok
ederdi. Yüzüne baktığınızda gördüğünüz gülümsemesi değil de, hatları olurdu. İşte bu sebeple
adını koyamadığınız bir zarafet, bir saflık vardı. Kadının ifadesi tamamen
silinmiş olsa bile!
Durum böyle olunca,
Matisse’in sanatındaki yaklaşımın takdir edilmesi oldukça zaman aldı.
Sergileyebildiği parçalar, uzun bir süre “çocuksu”, “çirkin”, hatta “zarafetten
yoksun” olarak tanımlandı. Ne kadar da tuhaf... Bir çağda “zarafetten yoksun”
olarak tanımlanan bir eser, başka bir çağda zarafetin ana sembollerinden biri
haline gelebiliyor. Tıpkı Matisse’in “Genç Denizci” tabloları gibi. Bu iki resim,
Matisse’in tanıştığı 18 yaşında bir çocuğun iki farklı şekilde yorumlanmış
halleriydi.
Gencin ilk resmi, sert
fırça darbeleriyle, ince renk katmanlarının birbirine katılmasıyla oluşturulmuş.
İç içe geçip patlayan renklerin arasında boyanmamış gibi duran parçalar, gün
ışığının bu dinç bedene nasıl çarptığını yansıtıyor sanki. Bu yansıma, gömleğin
kırışıklıklarına vurdukça perde perde gölgeler oluşturuyor ve bunların yüzüne
düşmesine de yol açıyor.
Bu gölgeli simadan gözlerimi
almak birazcık güçtü doğrusu. Denizcinin daha tam olgunlaşmamış hatlarında
gizli bir masumiyetle karışık sertlik vardı ve bu ona garip bir ciddiyet
katıyordu. Sanki aşığını limanda gözüne kestirmiş ve aklını onun hayaliyle
doldurmuştu. Suratındaki bu naif sertlik, tüm vücudunu sarmalamıştı. Bir eliyle
sandalyeye tutunuşu, diğeriyle ensesini ovuşu, hafifçe öne eğik omuzları... Bu
katı şefkat, bu tutku, onun en çok kömür gözlerinde ve dolgun dudaklarında
toplanmıştı. Sanki bu dünyada değil de, başka bir dünyadaydı.
Resmin ikinci yorumu,
ilkinden çok farklıydı. Burada renkleri daha yoğun kullanan Matisse,
denizcisini daha yumuşak çizgilerle yaratmış ve bu çizgileri biçimsizliğin
ucuna getirmişti. Bunun sonucunda daha düz ve gerçekdışı bir görünüm kazanan denizci, o önceki
sertliği ve tutkuyu yitirmişti. Dayanıklı delikanlının yerini masum, saf bir
çocuk almıştı. Bu saflık, en çok o kocaman gözlerinden okunuyordu. Orada öyle
bir ışık vardı ki, ondan kendinizi koparamıyordunuz. Yan yana duran bu iki insan
nasıl bu kadar farklı olabilirlerdi? Ruhunuza nasıl böyle kudretle bakabilirlerdi?
Bu iki denizci nasıl aynı insan olabilirdi?
“Rüya”, masasında
uyuyakalmış genç bir kadının resmidir. Beyaz bir elbise giyen kadın, kolunu
başının altına almıştır ve bu upuzun kol, bir kuğunun kanadını andırmaktadır.
Sanki o ufacık başını kaldırsa, o kanat onun o kaba, ama zarif bedenini göklere
taşıyacaktır. Ancak onun böyle bir niyeti yoktur. Pembe yüzünde, bir kelebeğin
kanadı kadar narin kirpiklerinde ve hafif aralık dudaklarında öylesine bir huzur
yatıyordu ki, ona bakarken kendinizi onun uykusunda, onun rüyasında bulmak
istiyordunuz. Tüm bedenini bir battaniye gibi saran bu sükunetten ve
tatlılıktan kendinizi alamıyordunuz. En azından ben alamıyordum. Ta ki
arkamdaki kadın kızgın kızgın öksürene kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder