Hani bir his vardır, sanki
açık havada boğuluyormuşsunuz gibi? Duvarlar üstünüze üstünüze geliyordur ve bir el
parmaklarını yüreğinize dolamış, sıkıyordur? Böyle anlara yakalandığınızda
tek istediğiniz olduğunuz yerden mümkün olduğunca uzaklaşmak, tabana kuvvet
kaçmaktır. Peki, ya bunu yapamasaydınız? Ya kaçamasaydınız? Ne yapardınız? Eh,
eğer bunu öğrenmek istiyorsanız New York’ta, Cort Tiyatrosu’nda oynayan,
‘Grace’e gitmeniz yeterli! Yaklaşık iki
saat süren ve kendinizi kurtaramayasınız diye ara verilmeyen oyunun hayatınızda
deneyimleyeceğiniz en iç bayıltıcı şey olduğuna bahse girebilirim!
Craig Wright’in yazdığı
“Grace ”in başrollerini Paul Rudd (I Love You, Man, Knocked-Up), Kate Arrington
(Fake, The Violet Hour) ve Michael Shannon paylaşıyor. Oyunda genç ve aşırı
dinar bir çift, Steve (Rudd) ve Sara (Arrington), İncil temalı bir oteller
zinciri açmak için Florida’ya taşınır. Bu iş için çok heyecanlı olan, ancak
dolandırıldığını fark etmeyen Steve, karısıyla yeterince vakit
geçirememektedir. Bu yeni şehirde yalnızlık çeken Sara komşusu Sam (Shannon) ile arkadaş olur. Sam
karısını bir araba kazasında kaybetmiştir, ölümü için kendisini suçlar ve
yüzünü yaralıdır. Esiri oldukları bu yalnızlığı aşmaya çalışırken, bu
iki karakterin birbirlerine aşık olduklarını ve dolandırıldığını anlaması
üzerine Steve’in dünyası başına yıkılır. Oyunun sonunda karısın ve onun sevgilisini vuran Steve intihar
eder.
Kulağa aslında ilginç
gelen bu oyunun insanı böyle daraltmasının sebeplerinden biri Steve’in ta
kendisi. Son derece dindar ve saf olan bu
karakterin sizi sinir eden yanlarından belki en önemlisi gevezeliği. Zira
Steve, her ne kadar inkar etse de, karşısındakini kendisiyle aynı fikri edinmeye
zorlayana dek konuşmayı kesmeyen bir tip. Böyle birinin, oyunun ¾’ü boyunca
nasıl uzun ve anlamsız monologlara daldığını tahmin edebilirsiniz. Öyle ki,
bunlar bir süre sonra “Kapa artık çeneni,” diye bağırmak istemenize neden oluyor. Aslına bakarsanız
, Sara da sizde benzer hisler uyandırıyor. Ancak ona haykırmak istediğiniz şey,
Steve’in aksine, “Söyle artık söyleyeceğini!” Çünkü Sara, insanların sözlerini
bastırmalarına izin vermesinin yanı sıra, öyle yavaş konuşuyor ki bazen akli dengesinin
yerinde olup olmadığını merak etmeden duramıyorsunuz.
Karakterlerin sinir
bozuculuğunu bir kenara bırakırsak, beni oyunda asıl bunaltan onun yapısıydı. Öncelikle,
“Grace”, oyunun son sahnesiyle,
daha doğrusu bu sahnenin, aynı bir videodaki gibi, geri sarılmasıyla başlıyordu.
Yani sondaki cinayet-intihar sahnesi baştaydı ama tersine hareket ediyordu.
Mesela Steve karısını “vurduğunda”, kadın yere düşeceği yerde, ayağa kalkıyor
ve “Lütfen beni vurma,” demeye başlıyordu. Hadi çıkın işin içinden çıkabilirseniz!
Bu sahne başa sarıldıktan
sonra, oyun asıl başlangıca, yani çiftin Florida’ya taşınmalarına döndü ve
buradan itibaren normal, kronolojik bir sıra takip etmeye başladı. Ancak oyun
yazarı sıkılmış olacak ki, zamanla yeniden oynamaya karar verdi. Ama bu sefer
bunu, gelecekten geçmişe atlamak yerine, sahnelerin sonunda oyunu dondurarak ve
bazı kısımları tekrar canlandırarak gerçekleştirdi. Sonra tekrar...Ve
tekrar...Ve tekrar...
Hazır sahnelerden
bahsetmişken, aralarındaki geçişlerin garipliğine diyecek yok doğrusu! Oyunun
bir bölümü sona eridiğinde ve durdurulduğunda, loş, kırmızı bir ışık etrafı
kaplıyordu ve titreşim gibi bir UFO müziği bağrınmaya başlıyordu. Hani
televizyon bozulduğunda bir statik sesi vardır ya? Aynı onun gibi ama daha yüksek
sesli. Sonra bu ses kesiliyordu ve oyun bambaşka bir ana atlıyordu. Bu durumun
başımı döndürmediğini söylesem yalan olur.
Aslına bakarsanız, bu
etkiyi yaratan asıl şey sahnenin dönmesi de olabilir. Bu o kadar yavaş bir dönüştü
ki, onu fark edemiyordunuz bile! Derken bir bakıyordunuz ki, az önce sol tarafta
olan mobilyalar sağ tarafa geçmiş! Hadi bu atlı karıncaya sahnenin nasıl
paylaşıldığını da ekleyelim ve bana akıl hastanesinin yolu görünsün.
Sahne paylaşımı derken ne
demek istediğimi hemen açıklayayım: Şimdi, sahnede devamlı aynı dekor vardı. Bu dekor, iki farklı
apartman dairesini göstermek için kullanılıyordu. Ama farklı zamanlarda değil,
aynı zamanlarda. Mesela, Sam ve Steve birlikte aynı yemek masasında
oturuyorlardı ama birlikte değillerdi. Tek bir masa hem Steve’in evindeki
masayı, hem de Sam’in evindekini temsil ediyordu. Dolayısıyla iki karakter
fiziksel olarak yan yana, hatta dip dibe olduklarında bile birlikte
olmayabiliyorlardı! Böylece karakter ve zaman kavramları yıkıldıktan sonra, yer
kavramında parça pinçik edilmiş oluyordu. Ve siz, bir yandan tüm bunları çözmeye,
bir yandan da oyunu takip etmeye çalışırken tıpkı bu oyun gibi, darman duman
oluyordunuz. Bir süre sonra zaten oyunu takip etmeye çalışmayı kestiğiniz için de aklınızda
yalnızca bir soru kalıyordu: Hay akılsız
kafam! Benim burada ne işim var?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder